Bir doğa ve yürüyüş tutkunu olarak 6. Parkurumuz olan Orta Likya senelerdir yapmak istediğimiz bir rota idi. Kendi kendimize yapmak için biraz çetrefilli olduğu için, küçük bir gurupla, Bukla Tur’un Kaş’ta yaşayan rehberlerinden Koray Ata ile birlikte yürüdük. Koray harika bir tarih, arkeoloji, medeniyetler anlatıcısı. Yürüdüğümüz yollar boyunca bize yörede Likya’lılar öncesi, dönemi ve sonrasını, yaşam biçimleri, sosyolojik, ekonomik ve politik düzenleri, mimari özelliklerini birbirleri ile bağlantılandırarak nefis anlattı.
- Likya Yolu yürüyüşlerimiz: 2020 sonbaharında 50 kilometrelik Fethiye-Alınca I. Batı Likya rotası, 2021 ilkbaharında’da Alınca – Yedi Burunlar ve doğuya doğru 55 kilometrelik II. Batı Likya rotası, 2022 Kasım’da Gelidonya – Yanartaş arasında 65 kilometrelik Doğu Likya rotası ve 2024 Kasım’da Kaş’ta 50 kilometrelik Orta Likya Rotası ile toplam= 220 Kilometre.
- Batı Likya I. Parkur: Yolu Kayaköy – Ölüdeniz – Ovacık – Faralya – Kabak – Alınca parkurundaki 50 kilometrelik ilk yürüyüş deneyim ve önerilerimi şu linkteki yazımda bulabilirsiniz: yolculukterapisi.com/likya-yolu
- Batı Likya II. Parkur: Alınca – Ge – Sidyma – Bel – Gavurağlı parkurundaki 55 kilometrelik yürüyüş deneyim ve önerilerimi şu linkteki yazımız bulabilirsiniz: https://www.yolculukterapisi.com/likya-yolu2/
- Doğu Likya yürüyüş yolunda, 65 kilometrelik Çıralı – Maden – Yanartaş – Adrasan – Gelidonya Feneri – Karaöz – Beycik – Tahtalı Zirve – Olympos ve Phaselis Antik Kentleri yürüyüş deneyimimiz için: https://www.yolculukterapisi.com/dogulikya/ yazımı okuyabilirsiniz.
- Karya Yolu yürüyüşlerimiz: Selimiye, Söğüt, Taşlıca etaplarında 55 kilometre + Datça Yarımadasında 55 kilometre = 110 Kilometre
- Karya Yürüyüş Rota ve deneyimlerimiz: https://www.yolculukterapisi.com/karya-yolu-yuruyus-rotasi/
- Orta Likya yürüyüşümüzde kendimize merkez aldığımız Kaş kasabası izlenim ve rehberi için: https://www.yolculukterapisi.com/kas-izlenimleri-ve-rehberi/
Her doğa yürüyüşümüzden sonra efsunlanmış şekilde döndüğümüz için, bir sonraki rotayı yürümek üzere sabırsızlıkla gün sayıyoruz hep yeniden.
İşte bu sebeple Orta Likya yürüyüş rotasını gerçekleştirmek istiyorduk yıllardır.
Doğa ile kesintisiz buluşma anlamına gelen Likya Yolu patikalarında yürürken, çamların yeşili, denizin mavisi, sadece dalga, rüzgar, kuş, arı, keçi sesleri ile bozulan sessizliği, kekik ve iyot kokuları, bol oksijenli tertemiz havası, inişli çıkışlı patikalarda karşınıza çıkan nefes kesici manzaraları ile doğanın büyüsüne kapılmamanız imkansız. Ayrıca yüzyıllar önceki yaşama tanıklık eden, tarih ile doğanın içiçe geçtiği antik kentleri keşfetmek, medeniyetlerin izini sürmek ve kültürler hakkında harika bilgiler öğrenmek de perspektifini çok genişleten bir deneyim.
Hele rehberiniz Koray gibi iyi bir tarihçi ve hikaye anlatıcı ise, modern dünyanın alışageldiğimiz düzeninden, teknolojinin kolaylıklarından sıyırıp, geçmiş dönelerdeki yaşama ışınlanıyor gibi hissediyorsunuz. Geçmişin yetersiz iletişim ve teknolojilerine rağmen, medeniyetlerin nasıl çözümler, sistemler ürettiğine şaşırıp kalıyorsunuz. Geçmişten öğrenerek ufkunuzu genişletiyorsunuz.
Orta Likya Rotamızda:
- 1.gün: Patara Kum Tepeleri, Kyaneai Antik Kenti
- 2.gün: Hoyran, Kapaklı, İsidra Antik Kenti, Simena parkusu
- 3.gün: Büyükçakıl, Limanağzı, Ufakdere, Çoban Koy parkuru
- 4.gün: Myra kaya mezarları ve tiyatrosu ve de ardından Termessos Antik kenti
yürüyüş ve keşifleri gerçekleştirdik. Termessos Likya’lılara ait olmasa da, öyle muhteşem bir antik kent ki, 22 yıl önce görmüş olmamıza rağmen, Koray’ın anlatımı ile yeniden gezmeden dönmek olmazdı.
Kısa kısa Orta Likya rotamızda öğrendiklerimden bana ilginç gelen bilgileri paylaşacağım:
Patara Kum Tepeleri ve Kyaneai antik kenti – 6km
Daha önce gün batımı sırasında gördüğümüz ve hem sahilinde hem de kum tepelerinde uzun uzun yürüyüp, antik kentini ziyaret ettiğimiz Patara’ya bu sefer sabah saatlerinde gittik. Dünyanın en eski deniz fenerinin burada olduğnu öğrendim. 2000 yıl öne, imparator Neron’un emriyle denizin içinde inşaa edilmiş, 25 metre yüksekliğindeki deniz feneri dünyada bilinen en eski fener. Patara, Romalılar döneminden Mısır’dan gelen gemilerin ikmal ve değiş tokuş durağı olarak Akdeniz ticaret yolu üzerindeki en önemli ve kıymetli limanlardan birisiymiş. 11.yüzyılda Eşen çayının getirdiği kumlar ve alüvyonlar, denizin epey büyük bir bölümünü doldurduğu için artık karada olan bu fener, restore ediliyor, yakında ziyarete açılacak. 16 kilometre uzunluğundaki Patara plajı ve alçalıp yükselen kum tepeleri, antik kenti hakkında daha detaylı okumak isterseniz https://www.yolculukterapisi.com/patara-antik-kenti/ yazıma ve fotoğraflarına bir göz atabilirsiniz.
Likyalıların Atası Luviler Hakkında: MÖ 1800 ile MÖ 1. Yüzyıla kadar Ege havzasında ve Anadolu’ya yayılan bir alanda Luviler yaşıyor. Luvice, en eski yazıya dökülen Hint Avrupa dili. (Sanskirtçiden 1000 yıl önce yazıya dökülmüş). Likçe de, Likyalılar da Luvi kökenli.
Kyaneai antik kenti: Kyaneai dönemin önemli Likya kentlerinin bir tanesi. Bereketli topraklarında tarım yapılan ve özellikle zeytinyagı üretimi ile zengin olan kentte 300’ün üstünde lahit bulunmuş. Sur duvarları, galeriler ve bazı yapılar iyi durumda. Nüfusu 15-20 bin arası olduğu tahmin ediliyor, kaya mezarları, taş binaları inşa edecek ahşapla makarayla geliştirdikleri kaldıraç, vinç teknolojileri var.
Tarihte yasayla korunan ilk konfederasyon Likya’lılar. Sadece bir birlik oluşturmakla kalmıyorlar, bir de anayasa ekliyorlar. Büyük Likya kentlerinin yanı sıra küçük yerleşimler de birlik olup katılım gösterebiliyorlar. Gayet demokratik ve eşit bir şekilde temsil hakkı görüyorlar. Kekova ve Simena antik kentleri ile birleşen Kyaneai de birleşip temsilci gönderiyor.
Aile adı anneden geçiyor ve o dönem çok erkek egemen Helen kültürüne göre Likyalılar daha eşitlikçi bir yapıya sahipler. Ticaretle zenginleşen, müthiş mezarlar anıtlar bırakan, tiyatrolarda erkeklerle birlikte oturan kadınlar var.
Likyalılarda ayrı bir Nekropol alanı yok. Çünkü ayrı bir ölü gömme geleneği yok. Ölülerini şehirlerden uzağa gömmek yerine, yaşam alanının içine birer anıt gibi yerleştiriyorlar mezarlarını. Yazıtlarla, şiirlerle, desenlerle dekore edip süslüyorlar, parlak renklerle boyuyorlar. Minyatür bir ev gibi tasarlıyorlar. Evet Likya taş mezar yapıları aslında ahşap sivil mimarinin taşa yansıtılmış bir minyatürü adeta. Bu mezarların ismi ise Sarkofos. Yani eti yiyen, eti çürüten. Çünkü ölülerini mezara koyduktan yıllar sonra açtıklarında sadece kemik kaldığını görünce eti yiyen adını koymuşlar. Mezarlar aslında soyluların, komutanların, kahramanların geriye bıraktıkları efsaneler. Efes’teki Celsius kütüphanesi aslında bir mezar. Büyük bir metropolde görkemli bir mezar yaptırabilmek ve ününün yayılabilmesi için, şehre katkısı olacak bir bina inşa etmek geleneği var. Celsius’un oğlu, babası için kutsal Artemis Tapınağı’na giden kutsal yolun etrafındaki mezarların arasına mezar yapmak istemiş. Kutsal yolda gömülmek büyük bir onur. Ancak öyle ‘bu adam da zengindi burada bir yer yer verelim’ diye bir şey olmuyor, önemli bir katkı sağlaman lazım şehre, halk için önemli bir şey yapman gerekiyor. Celsius’ta babasını oraya gömmek için hem o görkemli kütüphane binasını inşaa ettiriyor hem de içindeki binlerce kitabı şehre bağışlıyor.
Daha fazla bilgi isteyenler Sönmeyen Ateş Likya belgeselini izleyebilir.
Kyanea’de tiyatroyu, mezarları gezdikten sonra biraz yamaç yürüyüşü yaparak kayaklara oyulmuş mezarları ve süslemelerini de gördük.
Kasaba köyü – Hoyran – Kapaklı – Kekova yürüyüşü – 17 km
İsinda Antik Kenti, MÖ 4. yüzyılın öncesinden süre gelen “Kutsal Şehir” anlamına gelen küçük bir yerleşim yeri. Belenli Köyü’nün 3 kilometre güneyinde bir tepede ve yamaçlarında yer alıyor. Lykia dilinde yazılmış 3 üç mezar anıtı, kentin MÖ 4’ncü yüzyılın ilk yarısından önce iskan edildiğini gösteriyor. Lykia Birliği’nin oluştuğu MÖ 2’nci yüzyılda Aperlai ile beraber birlikte temsil edilmiş. Tıpkı Apollonia’daki gibi “İsindalı Aperlailılar” şeklinde şehrin ismini gösteren kitabeler var.
İsinda, daha çok ufak bir beyin veya sülalenin oturduğu müstahkem bir mevkiymiş. Kent uzun süre varlığını sürdürmüş ve Paxromana Dönemi’nde Antiphellos’un (şimdiki Kaş tepeleri) gelişip, zenginleşmesi ve İsinda halkının kıyıdaki bu kente göçmesiyle zamanla terk edilmiş. İsinda antik kentinin kalıntıları olarak, Akropolü çevreleyen, yörenin doğal oluşumu düzgün dörtgen kireçtaşı bloklardan yapılmış sur duvarları özellikle kuzey ve kuzeydoğu köşelerde belirgin. Su ihtiyacını sarnıç ve kuyulardan sağlayan İsinda’da, sur içerisinde yağmur suyu toplamaya yarayan kuyu ve sarnıçlar inşa etmişler. Ayrıca surun ortasına yakın yerde uzun bir yapının temel izleri seçilebiliyor. Bu küçük kentin en önemli kalıntısı akropolis doruğunun altındaki, alınlığında Lykia dilinde yazıtı bulunan ev biçiminde iki anıtsal mezar. Aperlai istikametinde kaya mezarları ve de Roma Devri’ne ait Lykia tipi lahitler de var.
Neden İsinda’ya gidin? Tepedeki antik kenti mezarlar haricinde çok fazla yapı barındırmasa da, en tepede ayaklarınızın altında Demra, Kekova, Kaleköy ve uçsuız bucaksız Akdeniz manzaraları size bekliyor. Kapaklı, Kekovaya doğru aşağılara inerken de muhteşem manzaralar size bekliyor. Ayrıca tarihi ev, şapel, lahitler ve sahilde bir liman yerleşkesi, ardından da sahilden denize parallel devam eden nefis manzaralı yürüyüş rotaları var.
Sahilden içeri girip Kaleköy’e doğru yürürken, tepenin üzerinde, deniz ticaretini hakimiyet altında tutmak için, 2200-2300 öncesine tarihlenen, sahil savunma ve gözetleme garnizon kulelerinden birisini görüyorsunuz. Bu rotanın başka bir ödülü ise yarı yolda Asma Altı kafede içtiğiniz çay ve keçi boznuzu pekmezi tatlısı.
Tarihte Likyalılar Dönemi
Antik çağlarda, bugün “Teke Yarımadası” olarak bilinen Antalya ile Fethiye körfezleri arasındaki yarımadada yurtlanan Likyalılar´ın, Hitit metinlerinde Lukkalılar olarak adlandırıldıkları ve İ.Ö. 2. binyıl gibi erken bir zamanda güçlü bir ulusal bilince sahip oldukları bilinmektedir. Luwiler´le akraba bu Anadolu halkında “Birlik” kavramı, daha İ.Ö. 15. yüzyıl sonlarında Anadolu halklarının Hititler´e karşı kurduğu Assuwa Konfederasyonu´na girişle vardır. Kadeş´te Mısırlılar´a karşı Hititler´in yanında olmaları, Homeros´un İlyada Destanı´nda Akha Hellenleri´ne karşı Troyalılar´ın yardımına koşmaları, bu bilincin “Anadolu bütünlüğüne” genişleyen somut göstergesidir. İ.Ö. 540 dolaylarında Perslere karşı direnemeyeceklerini görerek, eli silah tutamayan halkını Ksanthos Kalesi´nde toplayıp ateşe verdikleri ve askerlerin son kişiye kadar çarpışarak özgürlük uğruna benzersiz bir kahramanlık destanı yazdıkları Herodot´tan okunur. Bunun kendilerini birliğe taşıyan ulusal dayanışma bilincine dönüşmesi, İ.Ö. 5. yüzyılda Pers ve Atina egemenliğini içlerine sindiremeyişle ve salt bazı kentlerin kendi aralarında birleşmesi biçiminde sürer; Atinalı İsokrates´in İ.Ö. 4. yüzyıl başlarında, “Likyalılara hiçbir zaman hiçbir kimse bey olamadı” demesi de bundandır.
Likyalıların erken tarihlerde Anadolu halklarıyla ve kendi aralarında birleşerek sergiledikleri bu ulusal bilinç, İ.Ö. 2. yüzyılın ilk yarısında resmen kurumsallaşmıştır. Ve sonuçta, özünde Likya kentlerinin ve vatandaşlarının demokratik bir yasa çerçevesi içinde oylama esaslı seçimle yönetilmelerine dayanan ´Likya Birliği´ kurulmuştur. Çünkü İ.Ö. 187-168 arası süreçte Rhodos´a karşı bağımsızlığı hedefleyen başkaldırı ve ayaklanmalarda tüm ülkeyi saran birlik ve beraberlik ruhu doruğa ulaşmıştır. İ.Ö. 168/67 yılında kazanılan özgürlüğün ardından da bu tarihsel karara varılmıştır. Çağdaş batı yönetimlerine örnek olan bu “birlik” anayasası antik dünyada tektir.
Likya Birliği antik çağlarda bilinen ilk ve tek birlik değildir, öncesinde İ.Ö. 8. yüzyılda Anadolu´da “İyon Birliği” ve ardından Yunanistan´da çok sayıda yerel birlikler kurulmuştur. Bunların çoğunda, Akha, Teselya ve Makedonya birlikleri gibi, farklı etnik gruplar bir araya gelmişler ve bir birlik oluşturmuşlardır. Likya Birliğini bunlardan ayıran en önemli ve belirleyici fark, “ulusal” olmasıdır; çünkü birliği oluşturan kentlerin aynı soydan halklar olarak ortak bir tarihi geçmişi ve kültürü vardır. Tarih boyu ödünsüzce sahiplendiği özgürlük uğruna, en son Rodos´a karşı kazanılan bir bağımsızlık savaşı sonucunda kurulmuş bir “Cumhuriyet´ gibi algılanmalıdır. Devlet yapısı, antik çağ birlikleri arasında en demokratik olanıdır; çünkü Yunanistan birliklerinin milletvekilleri ve meclis başkanları genelde asker kökenli iken, Likya´da yöneticiler ve milletvekilleri daha çok sivillerden oluşmaktaydı. Atina demokrasisinde başkanlar “ömür boyu” o görevde kalma hakkına sahipken, Likya´da başkanlar bir yıllığına ve her seferinde bir başka kentten seçilmekteydi. Ve de antik çağ birliklerinin hiç birinde kadın üye bulunmazken, Likya Birliği´nde kadınlar olasılıkla meclis başkanı seçilebilmekteydi.
Romalı tarihçi Livius, Patara´yı “Likya Birliği´nin merkezi” olarak tanımlamıştır. 1988´de başlayan Patara kazılarının daha ilk yılında, Tiyatro´nun kuzey karşısında ve yönü doğudaki Agora´ya dönük görkemli kalıntının ancak bir Birlik Meclisi olabileceği savlanmış; 2000 yılında başlanan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan tiyatro benzeri mimarisi ve önündeki revakta ele geçen, değişik kentlerden Lykiarkhların heykelleri için yazılmış, çok sayıda kaide yazıtı ile bu görüşün doğrulandığı düşünülmektedir.
Büyükçakıl – Limanağzı – Çoban İskele – Ufakdere – Üzümlü yürüyüşü 20km
Genellikle denize paralel kayalar üzerinden inişli çıkışlı zorlu ancak manzaraları nefis bir rota. Büyükçakıldan başlayıp, Likya döneminin bir ikmal limanı olan Limanağzı’na yürüdük.
Doğanın kalbinde, deniz manzaraları ve bakir doğas ile içiçe, keyifli, ancak zaman zaman da sertleşen ve zorlaşan bir rota.
Büyük çakıl plajı – 3.4 km -Limanağzı – 5.7 km – Çoban Plajı rotamızı tamamlayıp, denizde serinledikten sonra ardından, 7.7 km boyunca Ufakdere’ye yürüdük. Başlayan şiddetli yağış sebebi ile, daracık kayalık ve toprak patikada çamur ve kaygan olacağı ve yürümek tehlikeli olacağı için, Üzümlü’ye kadar devam edemedik. Toprak yoldan Sısla tepelerine 3,2 kilometre tırmanıp, aracımız ile buluştuk.
LİKYALILAR HAKKINDA
Anlatımlara göre Likyalılardan; “Likyalılar Girit’ten gelmedir. Eskiden Girit’te barbarlar otururdu. Europe’nin oğulları Sarpedon (Likya’nın kahraman Kralı) ve Minos Girit Krallığı için savaşmışlardır. Minos, savaşı kazanınca Sarpedon’u yandaşlarıyla birlikte Girit’ten kovdu. Bunlar Asya’ya Milyas’a geldiler. Bugün Likyalılar’ın oturduğu toprakların adı Milyas idi. Milyaslılar’a Solymler denirdi. Likyalılar Milyas’a geldiklerinde Termil adını taşıyorlardı. Bugün de komşuları onlara Termil (Termilai) der. Ayrıca Hitit’ler Likya’dan “Işığın Ülkesi” diye söz etmektedirler.
Atinalı Pandian oğlu Lykos (Lycos:Yunanca Kurt demektir.) da kardeşi Aigeus tarafından sürülmüş, o da Likya’ya Sarpedon’un yanına gelmiştir. İşte bu Lykos (Lycos) dan kinaye ile Termiller’e Likyalılar denmiştir.” şeklinde söz edilmektedir.
İnsanların ölümden sonra da yaşamlarını sürdürdükleri ve bu nedenle de ölümden sonra da yaşamlarındakine uygun bir konut yaptırma inançları birçok kültürde olmasına karşın, hiçbir yerde Anadolu’daki kadar yaygın bir şekilde görülmemektedir. Ölüyü eve benzer bir mezara gömme adeti Anadolu’da İ.Ö. 3. Binin 2. yarısından başlayarak Roma İmparatorluk devrinin sonlarına değin kesilmeksizin sürmüş ve bunun sonucunda da mimari anlamdaki birçok mezar yapısı oluşturulmuştur. Anadolu’da görülen değişik mezar tiplerinden birisi de Lahit’tir. Likyalılardan günümüze ulaşan eserlerin başında Likya Kentlerinin bazılarında kayalara oyulmuş mezarlar ile dört bir tarafa serpilmiş Lahitler gelir. Bu Lahitlerin en görkemlisi bugün Kaş (Andifli)’ta Uzunçarşı Caddesinde bulunan ve halk arasında Kral Mezarı olarak adlandırılan Likya Yazılı Anıt Mezardır.(M.Ö.4.yy.) Eser, tek bloktan oluşmuştur ve üzerinde sekiz satırlık Likya dilinde (Bazı kaynaklarda Likçe´de denmektedir.) kitabe vardır.
Günümüze iyi bir konumda gelen ve tek bir bloktan yapılmış olan bu lahdin 1,5 m. uzunluğundaki alt kısmında boncuk motifleri ve sekiz satırlık Likçe bir kitabe vardır. M.Ö. IV.yy.a tarihlenen bu mezarın kitabesi okunamadığından kime ait olduğu anlaşılamamıştır. Bu kaidenin üzerine dikdörtgen prizma şeklindeki anıtın sandukası oturtulmuştur. Kapağın kuzey-batı alınlığında sopasına dayanmış, sağ bacağını sol bacağının üzerine atmış, üzgün görünümlü bir erkek ile bir kadın figürü işlenmiştir.
Güney-doğu alınlığında ise ayakta duran ve uzun bir manto giymiş bir kadın figürü görülmektedir. Ayrıca lahit kapağının her iki yanına da aslan kabartmaları işlenmiştir. Kapağın batı tarafı pencere şeklindedir.
Myra Antik Tiyatro ve Kaya mezarları ve Termessos – 8km
Myra antik kenti, en büyük Likya kentlerinden birisi. Öyle ki parlamento’da veto hakkı olan nadir şehirlerden. Zengin ticaret yolu üzerinde olduğu için Roma dönemi müthiş zenginleşmiş. Altın çağında, nüfusu 100.000 kişiye ulaşan, İmparator Hadrian’ın ziyaret ettiği bir metropol başkent.
İskenderiye’den kuzeye doğru düz bir çizgi çizildiğinde gelinen ilk liman burası. Romanın müttefiki olan Likya’lılar, Roma’lıların Mısırdan gemilerle getirdiği tahıl sevkiyatını, en kestirme yoldan getirecekleri ve sekteye uğratmayacak şekilde givenli bir liman sağlamışlar Romalılara.
Myra’nın limanı olan Andreake (bugünkü Demre) Hadrian döneminde Akdeniz’de yapılan önemli 3 tahıl ambarı – granaryumdan birisi. (Diğerleri Patara ve Libya’da)
Ayrıca çok bereketli bir kent Myra. Myrus nehrinin taşkınlarıyla oluşan çok verimli bir deltada yer aldığı için bol su, bol güneş ile çok verimli toprakları var.
Ayrıca Ortodoks Hristiyanlar için Myra’nın özel bir önemi de var. 6 Ortodoks azizinden en önemlisi olan St. Nicolas yani Noel Baba’nın kilisesi burada.
M.S 141’de gerçekleşen deprem sonrası antik kentin tamamı 8 metre toprak altında kalmış. Depremden dolayı tepede yer alan gölün yatağı kırılmış, bütün göl 10 metrelik dalgalar halinde bir tsunami gibi aşağıya akmış ve şehri adeta yutmuş. Hatta sahildeki 100 – 120 kilometre boyunca tüm yerleşimleri silip süpürmüş.
Geriye sadece antik tiyatro ve kaya mezarları kalmış.
Bronz çağında bu bölgede tiyatronun sırtlarındaki mağara kutsal bir alan.
Altında yer alan 12.000 kişilik tiyatronun ilk katmanı Helenistik döneme ait. Dağa yaslanan, sahne binası olmayan, ahşap oturma yerleri olan, tüm doğayı da içine almak için elips şeklinde inşa edilmiş.
Mö 5.yy’da bir kazada ahşap oturaklar çöküyor ve 2300 kişi ölüyor. O dönemin en felaketlerinden birisi. Bir süre tiyatro inşa etmek yasaklanıyor. Ancak, yüksek mühendislik teknikleri ile kentin her yerine kemer yapılar yapabilen Romalılar döneminde, taşları tepe yamacına döşeme fikriyle, MÖ 3.yyda tiyatro konsepti yeniden geri dönüyor. Tiyatro odağı tamamen sahneye verecek şekilde At Nalı yani U şeklinde inşa ediliyor. Sahne binası ekleniyor. 141 depremi ile yıkılıyor. Roma dönemi imparatoru Opramus, 30.000 dinar yardım veriyor ve tiyatro yeniden inşaa ediliyor. Dönemin en önemli ve kalabalık festivali Dyonisos bağ bozumu festivali. Tiyatro ev sahipliği yaptığı bu şenliklerle çok ünleniyor. 1300’lerde bir depremde karstik gölün kırılması ile, gölün tüm suyu demre çayına ve denize boşalıyor ve akarken getirdiği toprakların bir kısmı tiyatroyu da kaplıyor.
TOROSLARDA SAKLI BİR ANTİK HAZİNE: TERMESSOS
Tarihi Bronz çağa uzanan, Helen ve Roma döneminde altın çağını yaşamış Termesos, Sagalassos ile kardeş bir antik kent.
Termessos Antik Kenti, Pisidia Bölgesi’nin “Milyas” olarak anılan güneybatı bölümünde, bugün “Güllük” adını taşıyan Solymos Dağı’nın dorukları arasındaki vadide, Anadolu’nun en eski halklarından Luvi‘lerin soyundan gelme Solym’ler tarafından kurulmuş önemli bir antik kent.
Üzerinde bulunduğu Güllük Dağı, çok zengin bir bitki örtüsü ve canlı çeşitlerine ev sahipliği yapan bir Millî Park. Termessos da bu milli parkın içinde 1400 metrede kurulu muhteşem bir Antik Kent.
Neden mi muhteşem?
Öncelikle hiç kazı ve restorasyon çalışması yapılmamış bir kentin ihtişamlı birçok yapısının sapasağlam ayakta olması onu muhteşem kılıyor.
İhtişamlı tiyatrosu, çeşitliliği ve süslemeleri açısından görkemli mezarları ve de Agora, meclis binası, Artemis ve Athena tapınaklarının kalıntıları ile, altın çağında ne kadar zengin bir kent olduğunu hayal edebiliyorsunuz.
Tepelerle çevrili bir coğrafyada U şeklinde yükseklere inşaa edilmiş antik kent, vadiden gelebilecek tüm akınları gözetleyebilecek ve engelleyebilecek coğrafi avantaja sahip olduğu için kent, fethedilemez ya da kuşatılamaz kent olarak tarihe geçmiş. Büyük İskender’in İ.Ö.333’de kenti kuşatması ve Termesosluların güçlü bir savunma yaparak kenti teslim etmemesi de tarihte önemli bir yer tutuyor.
Muazzam iyi savaşçı bir halk. Sembolü olan bir kalkan var. Meşhurpa kalkanı ismiyle anılan bu yuvarlak tunç kalkan adeta şehrin ve halkın bir amblemi. Birçok yapı ve mezar üzerinde görüyorsunuz.
Sürekli akan bir su kaynağı olmamasına rağmen, MÖ 400-500 yıllarında dağın içine oyarak inşaa ettikleri su kanalları nefis bir sistem. Dağlardan, surlardan ve yağmur sularını toplayan dev sarnıçlardan, bu kanallar ile şehrin dört bir yanına su dağıtmayı başaran bir sistemin kalıntıları hala duruyor.
Surların içinde yer alan binalar Helen dönemine ait. Roma’lılar zamanı yörede barış dönemi yaşandığı için, surlar dışındaki anıtsal yapıların Roma imparatorluk dönemi yapısı olduğu biliniyor.
Muhteşem manzaralı antik tiyatrosunun yanı sıra, Alketas mağara mezarı, binlerce dikme taş ile sütunlu caddesi, taş bezemeli mezarları, gymnasium alanı, Osbaras stoası, derinlik ve genişlik açısından benzersiz 5 adet sarnıcı, gerçekten etkileyici yapılar.
Termessos Binaları ve Tarihi
Antik kentin tarihi hakkındaki bilgileri kültür bakanlığı websitesinden ve https://arkeofili.com/termessos-antik-kenti/ yazısından okuyabilirsiniz.
Kentin adım adım gezilecek yerleri için ise Termessos Antik Kenti | Küçük Dünya | Gezi Rehberi ni öneririm.
Aşağıda da kısacık bahseddeceğim:
Şehrin kalıntıları Antalya-Korkuteli karayolu üzerindeki Hellenistik Devir suru ile başlayıp, Güllük Dağı’nın zirvesine kadar devam ediyor. Otoparktan sonra şehre tırmanan patika takip edildiğinde, sağ yanda İmparator Hadrian devrinde yapılmış İon düzenindeki tapınağın basamak ve anıtsal girişine rastlanır. Aşağı şehir surları ve su kaynağının bulunduğu alandan güneye doğru tırmanmaya devam edilirse, solda yer yer birinci katı ayakta kalmış Gymnasium’a ulaşılır. Birçok oda ve salondan oluşan yapının güneybatısında, arkalarında dükkânlar bulunan sütunlu cadde yer alır. Hemen yakınında kanalizasyon şebekesinin mükemmelliğini gösteren kanallar hala görülebilir. Düzlüğe çıkıldığında, orman gözetleme noktasına giden patikanın solunda şehrin birçok resmi yapısının bulunduğu alana ulaşılmış olur. Düzlükteki ilk kalıntı agoraya aittir. Batısındaki portiko veya stoa, II. Attalos zamanında (İ.Ö. 159–138) inşa edilmiş olup Dor düzenindedir. Agoranın doğusunda, yamaca yaslanmış olan ve Antalya Körfezi’ni görebilen konumdaki tiyatro yer alır. Tiyatronun yaklaşık 100 metre güneybatısında çatı yüksekliğine kadar ayakta duran meclis binası bulunmaktadır. Agoranın doğusundaki düzlükte ise birbirine geçişli 5 adet sarnıç, derinlik ve genişlik açısından benzersizdir. Şehrin güneybatısında, “Kurucunun Evi” ola-rak adlandırılan Roma tipinde fevkalade güzel bir villanın kalıntıları yer almaktadır. Cephe duvarı Dor düzeninde olan ve 6 m yüksekliğe erişen yapı, kapısının sol tarafındaki kitabeden dolayı ‘Kurucunun Evi” adını almıştır.
Termessos, çok sayıda tapınağa ve çok geniş mezarlık alanlarına sahiptir. Mezarlarının çeşitliliği ve bezemeleri oldukça zengindir. Bunlardan Büyük İskender döneminin önemli komutanlarından Alketas’ın mezarı (İ.Ö. 319) ve diğerleri şehir tarihine ışık tutmaları açısından da önemlidir. Anıtsal mezarların yanında çok sayıda savaşçılıklarını betimleyen kalkan motifli lahit, mezarlık alanında oldukça geniş bir yer kaplar. Antalya Müzesinde Termessos’a ait en ilginç eser “Lahitler Salonu”nda sergilenen “Köpek Lahdi” dir. Stefanos adlı köpeğe sahibesi tarafından yazılmış şiirsel kitabe benzersiz olmasıyla ayrı bir önem taşır.
Zeynep Atılgan Boneval