İnsan Faaliyerleri Nasıl Küresel Isınmaya, Ekolojik ve İklim Krizine Yol Açıyor?

İnsanın ısınma, ulaşım, beslenme, üretim faaliyetlerindeki fosil yakıtların kullanımı, hızla artan dünya nüfusu ile şehirleşme, yeşil alanların yok edilmesi, tarım alanlarının uygunsuz kullanımı hem karbondioksit ve sera gazları salımını artırıyor, hem de kimyasallar ve zehirli atıkların topağa, suya, denizlere karışması, doğaya ve ekolojik sisteme geri döndürülemez hasarlar veriyor.

Dünyanın, insanlığın ve tüm canlıların sürdürülebilir yaşamını tehdit eden gelişmeler neler?

 

Küresel Isınma ve İklim Krizi’nde Gezegenimizin Devamlılığının Sınırı Aşıldı!*

Küresel Isınma Nedir?

Atmosferdeki ısınmanın ana sebebi insanın yarattığı karbon ve diğer sera gazlarının salımı.

Karbon ve metan, azot oksit, florin gibi diğer sera gazlarının, son  800 bin yılda en yüksek seviyeye ulaşması nedeniyle yeryüzünün ısısı ve atmosfer sıcaklığı canlıların yaşayamayacağı ölçüde artıyor.

Nasıl mı?

  • Normalde atmosferdeki sera gazları, yeryüzündeki ısının bir kısmını tutarak yeryüzündeki ısı kaybına engel olur.
  • Sera gazları olmasaydı yeryüzünün ortalama sıcaklığı -18°C civarında olurdu, denizler,  nehirler ve okyanuslar donardı.
  • Ancak özellikle ‘Sanayi Devrimi’ sonrasında atmosferdeki sera gazlarında %40 oranında bir artış yaşandı*:
  • Atmosferdeki karbondioksit konsantrasyon oranı endüstri devrimine kadar düşük ve stabil iken, 1998’de 35 milyar ton karbondioksit yani 350 PPM’e ulaştı. Ve aslında dünya üzerinde yaşamın sürdürülebilirliğini sağlayan sınır 1998 ‘de aşıldı.
  • Şu anda atmosfere yılda ortalama 41.5 milyar ton karbondioksit salıyoruz, havadaki karbondioksit 40 PPM ile gezegenimizin sınırı aşılmış durumda.
  • Ve eğer önlem alınamaz ve karbon seviyesi 450 PPM’e ulaşırsa dünya üzerinde tüm yaşam sonlanacak
  • Yani şu an gelecek nesillerin kaynaklarını kullanıyoruz.

 

  • Dünya ısısı 1.2 derece yükseldi ve yükselmeye devam ediyor:
  • Ocak 2020: tüm dünya tarihindeki en sıcak Ocak oldu.
  • 2019: tüm dünya tarihindeki en sıcak hava ve deniz sıcaklığı yaşanan yıl oldu.
  • Son 20 yıl, dünya tarihindeki en sıcak hava rekoruna sahip
  • Kuzey kutbunda hava sıcaklığı 30 derecelere ulaştı.
  • Antarktika’nın sıcaklık artışı %40’lara ulaştı.

 

  • 2030 yılında küresel sıcaklık +1.5 C artış gösterecek. 21. yüzyıl sonuna doğru ise +2C artış bekleniyor.
  • Dünyanın üzerinde yaşam koşullarının dengede tutabilecek küresel ısınma sınırı maksimum 1.5 derece.
  • Bu ısınmanın getireceği kuraklık, su kaynaklarının tükenmesi ve iklime bağlı doğal felaketler bu dünya üzerindeki tüm canlıların ve insanın yaşamını imkansız hale getirecek.
  • Dünya atmosferindeki ısınmanın 2030’da ve 2050’de 1,5 derece ile kısıtlı kalması hedefine ulaşabilmek için enerji kaynaklarının fosil yakıt tüketimden yeşil enerjiye geçmesi, üretimden ısınmaya, ulaşımdan inşaata, tarımdan hayvancılığa, gıdadan tekstile karbon salımının engellenmesi gerekiyor.

 

Küresel Isınma Nasıl İklim Krizine Yol Açıyor?

Karbon salımının yol açtığı küresel ısınma nasıl iklim krizine yol açıyor? diye özetlemek istersek:

  • Buzullar eriyor, buzulların erimesiyle deniz seviyesi yükseliyor! Buzullar, deniz buzları ve karbon içeren donmuş toprakların erimesi metan gazı ortaya çıkartıyor, artan kuraklık çölleşmeye ve toprakların verimsizleşmesine yol açıyor, ısınan okyanuslar ve artan su seviyesi hem deniz altı yaşamını hem de kıyı şeritlerindeki yaşamı zorlaştırıyor.
  • Aşırı Sıcaklar ve Doğal Felaketler artıyor: İnsanların jeo-fizik kaynaklı doğal felaketlerden zarar görme oranı son 10 yılda çok arttı. Hava koşullarında ekstremlere yaşanıyor: Isınan hava sıcaklığı rutubeti, şiddetli yağışları, sıklaşan selleri, şiddetli kar yağışlarını, kasırgaları, sıcak hava dalgalarını, kuraklığı arttırıyor
  • Biyolojik çeşitlilik tehdit altına giriyor! Flora, fauna, hayvan türleri yok oluyor, ormanlar tahrip oluyor ve beraberinde tüm canlılar zarar görüyor.
  • Okyanus ve denizlerde asit oranı atıyor! Deniz altı canlılarının, mercanların, planktonların yok olmasına ve su ürünleri yetiştiriciliği, balıkçılıkta kayıplara sebep oluyor.
  • insanlığın devamını sağlayacak besinleri kaybediyoruz!
  • Ayrıca dünyadaki yağmur ormanlarının ve toprakların tahribatı karbon emisyon kapasitesini iyice düşürerek iklim krizinin ve küresel ısınmanın katlanarak artmasına sebep olacak.
  • Ve tüm bunlar daha fazla küresel ısınmaya ve iklim krizinin katlanarak artmasına neden oluyor.

 

Eğer Önlem Almaz İsek – Gezegenimizin Sınırları Nedir?*

1962’de Rachel Carson Silent Spring – Sessiz Bahar kitabı ile, insanlığın gelişmesinin doğanın kaynaklarının sınırlarına kadar dayandığını ilk kez gözler önüne serdi

1972’de Roma Kulübü için Dennis ve Donella Meadows, Jorgen Randers ve William Behrens’ın hazırladığı ‘Limits to Growth’ yani Büyümenin Sınırları raporu, gezegenimizde sınırsız büyümenin mümkün olamayacağının ortaya koydu. Ancak Büyümenin Sınırları, dünya kaynaklarını en fazla ne kadar tüketebileceğimiz üzerine bir yaklaşımla kurgulamıştı ve her zaman yeni gelişebilecek teknolojileri ve malzemeleri güvenildiği için insanlık açısından umutsuz bir gelecek tablosu çizmiyordu. Ve sürdürülebilirlik kavramı dikkate alınmadı. Ancak insanlık büyümenin önünde bir sınır göremese de, yaşadığımız gezegen karşımıza doğal sınırlarını koymaya başladı.

Gezegensel Sınırlar

Sürdürülebilir gelişme kavramına Büyümenin Sınırları yaklaşımının tam tersi bir bakıştan ulaşmaya çalışan bir yaklaşım, 2009 yılında, Johan Rockström ve Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden Will Steffen’in öncülük ettiği ‘Gezegen Sınırları’ çalışmasında ortaya çıktı.

İnsanlığın büyümek için kullanacağı hammadde kaynaklarının sınırlarından bağımsız olarak, asıl gezegenin önümüze koyduğu sınırları ortaya koyuyor. Yani dünya üzerinde yaşamın sürdürülebilirliğini istiyorsak, içinde kalmamız gereken sınırları hem kavramsal hem de değersel olarak belirledi.

Yani gelecekte dünyanın, insanlığın ve tüm canlıların sürdürülebilir gelişimi için ön koşul olarak belirlenen 9 Dünya sistemi sürecinde yaşamı tehdit eden sınırlara ne kadar yaklaştığımızı ya da aştığımızı belirleyen bir çalışma bu.

Bu çalışma zaman içinde çevre bilimcileri, uluslar arası örgütler, sivil toplum kuruluşları ve hükümetler, tarafından kabul görüp çoğu uluslar arası anlaşmanın temel felsefesini oluşturmayı başardı.

 

2024 RAPORU: Dünya canlılar için güvenli bir yer olmaktan çıkıyor mu?

  • Dünyamızda, yaşamamız için gerekli şartların oluşmasını sağlayan dokuz kritik eşikten altısı aşıldı.

    Libya’da yaşanan sel felaketi hem insanlar hem de diğer türler için büyük bir yıkım getirdi. On binlerce insanın ve diğer türlerin can kaybı, yerinden edilenler derken aşırı hava olaylarının ne denli yıkıcı olduğunu gösteren kalp acıtıcı bir örnek. İklim krizi kaynaklı aşırı hava olayları tüm dünyaya yıkıcı etkiler getirmeyi sürdürürken kişisel alışkanlıklarımızdan kamusal ölçekteki davranış kalıplarına kadar birçok konuda radikal sayılabilecek değişimler hemen uygulamaya alınmalı.

    Gıda endüstrisi olumsuz etkilendi
    Türkiye’de yaz boyu devam eden yüksek sıcaklıklar ve geçtiğimiz kıştan beri süregelen kuraklık ayçiçeği başta olmak üzere gıda endüstrisini de olumsuz etkiledi. Şimdi de az yağışlar. barajlarda azalan su seviyeleri, kurumaya yüz tutan göller olarak karşımızda. Hem yakın çevremizde hem de küresel ölçekte bir çöküş yaşanıyor. Science Advances bilimsel dergisinde yayımlanan yeni bir araştırmaya göre, dünyadaki yaşamın sürmesi için gerekli koşulları içeren dokuz gezegensel sınırın altısı aşıldı. Bilim insanları ilk kez insanlık için güvenli bir yaşama alanı tanımlayan dokuz sınır sürecinin tamamını haritalandırarak gezegensel dayanıklılığın ayrıntılı bir taslağını sunuyor.

    Dokuz gezegensel sınır nedir?
    Gezegensel sınırlar kavramı, insanlığın gelecek nesiller için gelişmeye devam edebileceği bir dizi dokuz gezegensel sınır sunar. 2009 yılında Johan Rockström ve Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden Will Steffen’in öncülük ettiği bir grup dünya sistemi ve çevre bilimcisi tarafından oluşturulan sınırlar şunlar:
    1- İklim değişikliği
    2- Biyosfer bütünlüğü
    3- Arazi kullanımında değişiklikler
    4- Tatlı su kullanımı
    5- Kimyasal kirlilik
    6- Biojeokimyasal döngüler
    7- Stratosferik ozon incelmesi
    8- Atmosferik aerosol yüklemesi
    9- Okyanusun asitlenmesi

    Altı eşik aşıldı yedincisi sırada
    İklim değişikliği, biyoçeşitlilik, kimyasal kirlilik, arazi kullanımı, tatlı su kullanımı, biojeokimyasal döngülerde eşik aşıldı. Sekiz farklı ülkeden 29 araştırmacının parçası olduğu bilimsel çalışma, dünyanın artık insanlık için güvenli çalışma alanının oldukça dışında olduğunu gösteriyor. Araştırmaya göre okyanus asitlenmesi neredeyse kırılma noktasına geldi. (yedinci sınırda ihlal edilmek üzere). Stratosferik ozon seviyeleri biraz iyileşti. Daha önce aşıldığı belirlenen tüm sınırlar için ihlal düzeyi arttı. Araştırmanın başyazarı Katherine Richardson’un basın toplantısındaki şu sözleri ise 1.5 derece kritik eşiğini aşmamak için bu 9 gezegensel sınırın önemini ve uyarıcı niteliğini vurguluyor. “Bir insanda kan basıncının 120/80’in üzerinde olması kesin bir kalp krizi anlamına gelmiyor ancak riski artırıyor. 3.5 milyar yıldır dünya üzerindeki çevre koşulları yaşam ve iklim arasındaki etkileşim tarafından belirleniyor. Çıkarabileceğimiz biyokütle miktarına ilişkin sınıra saygı duymazsak, iklim sorununu çözemeyeceğiz.”

 

Kaynaklarımız Sonsuz Değil: Gezegenin Kapasite Aşımı Ne Anlama Geliyor?

Gezegenimizin fiziksel, biyolojik ve jeolojik kaynakları sınırlı. Yani tüketebileceğimiz belirli miktarda kaynağımız bulunuyor ve her yıl bu değerli kaynaklarımızı 12 ay dolmadan tüketiyoruz. İşte uzmanların ‘kapasite aşımı’ dedikleri şey de bu ve gezegenimizin sürdürülebilirliği açısından birtakım olumsuz sonuçlara sebep oluyor. Peki kapasite aşımı ne anlama geliyor, nasıl belirleniyor, bunun önüne nasıl geçebiliriz gelin bu soruların cevaplarına birlikte bakalım.

1970’lerden günümüze kapasite aşımı

Önce kapasite aşımının ne anlama geldiğini açıklayalım. Belirli bir yılda ekolojik kaynaklara olan talebimizin, dünyanın o yılda yeniden üretebileceği miktarı aştığını ifade eden bu kavram, çevreye hasar verdiğimizin en net göstergesi. Şimdi 1970’lere doğru bir gezintiye çıkalım ve o günlerden bugüne kaynaklarımızı nasıl kullandığımıza bir bakalım.

1970 yılının Ocak ayında Nijerya’daki iç savaş sona erer. Nisan ayı gelir, The Beatles dağılır ve Apollo 13 görevi başlar. Eylül’de Salvador Allende Şili başkanlık seçimlerini kazanır ve Kasım ayında Cyclone Bhola Bangladeş’i harap ederek bugüne kadarki en kötü iklim felaketlerinden birine neden olur. Aynı yılın 29 Aralık’ı insanlığın ilk defa, gezegenin kapasitesini aştığı gün olur. 1970, insanoğlunun gezegenin fiziksel, biyolojik ve jeolojik sınırlarını aşmadan yaşadığı son yıl oldu. Yani tüm insanlık, dünyanın 12 ayda yenileyebileceğinden daha fazla kaynak tüketmedi. O zamandan beri, gezegenin kapasitesinin aşıldığı günü öne çekmeye devam ediyoruz. 2021’de gezegenimizin bize sunduğu kaynakları 29 Temmuz itibarıyla tükettik. 2022’de ise bu tarih 28 Temmuz olarak belirlendi. Bu, kaynaklarımızı bir önceki yıla göre bir gün önceden tükettiğimiz anlamına geliyor.

Gezegenimizin yıllık bir bütçesi, yani ertesi yıl arzdan ödün vermeden tüketebileceğimiz belirli miktarda kaynağı var. Ekonomik benzetmeden devam edelim, bütçe yönetimine dikkat etmezsek borçlanmak kaçınılmaz olur. İlk olarak Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint Network) tarafından geliştirilen kapasite aşımı kavramının arkasındaki ana fikir de bu.

Günümüzde Küresel Ayak İzi Ağı, gezegenin dört bir yanından gelen tüketim verilerine dayanarak, gezegenimizin sahip olduğu ve 1 yıl boyunca kullanabileceğimiz kaynakları o yıl içinde hangi gün tükettiğimizi yıllık olarak hesaplıyor. Bu tarih, insanlığın diğer yıllar için mevcut olması gereken kaynaklara dayalı olarak ödünç alınan zamanla yaşadığı günü işaret ediyor. Tüketim hesaplaması BM, Uluslararası Enerji Ajansı veya belirli ulusal kurumların kamu veri tabanlarından yapılıyor. Öte yandan kaynakların miktarı ve kullanımı ise, çevresel etki gibi diğer değişkenlerin yanı sıra, mevcut orman ürünleri, tekstil, mobilya, ambalaj ve gıda sanayisi tarafından kullanılan bitkisel liflerin miktarı, enerji üretme kapasitesi, altyapı ve ulaşım ağları inşa etmek için gerekli olan alanla ve küreselleşmeden kaynaklanan kirliliğin (sera gazlarından maden atıklarına kadar) etkisi dikkate alınarak hesaplanıyor.

Bu veriler tüm ülkeler ve bölgeler için her zaman güncel olmadığından, Küresel Ayak İzi Ağı bunları mevcut en son gerçek bilgilere dayanarak tahmin ediyor. Sonuç, 1970’ten beri hep aynı: Her yıl gezegenin kaynaklarını biraz daha erken tüketiyoruz. Yani tek bir dünya bize yetmiyor ve 1.75 dünyamız varmış gibi yaşıyoruz. Fakat tüm ülkeler eşit derecede sorumlu değil.

Sonuç 1970’ten beri hep aynı: Her yıl gezegenin kaynaklarını biraz daha erken tüketiyoruz. Yani tek bir dünya bize yetmiyor ve 1.75 dünyamız varmış gibi yaşıyoruz.

Kapasite aşımının arkasında kim var?

Gezegenin kapasite aşımı kavramı eleştiriden muaf değil. Bu eleştirilerin büyük çoğunluğu da kullanılan metodoloji ve verilerden kaynaklanıyor. Genel olarak, eleştirmenler, insanların gezegen üzerindeki etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğuna (ormansızlaşma, arazi kullanımındaki değişiklikler, madencilik, gaz emisyonları, plastik kirliliği, habitatların yok edilmesi, aşırı avlanma vb.) ve bunları kapasite aşımı günü kadar basit bir ölçüye indirmenin imkânsız olduğuna dikkat çekiyor. Tabii ki, mesaj hâlâ şok edici.

Kaynak tüketimi ülkelerin yaşam tarzına göre değişkenlik gösteriyor. Gezegenimizin tüm kaynakları ortalama bir Amerikalı gibi tüketilseydi, 5.1 gezegene ihtiyacımız olurdu. İspanyollar gibi yaşasaydık, 2.8 gezegene, Yemenliler, Afganlar, Haitililer ve Angolalılar gibi yaşasaydık 0,3 ilâ 0,5 arasında bir gezegene ihtiyacımız olurdu. Bu nedenle, iklim değişikliğinde olduğu gibi, “hepimiz eşit derecede sorumlu muyuz?” diye sormakta fayda var. Gezegenin kapasite aşımı kavramını bir kenara bırakırsak, The Lancet Planetary Health’de yakın zamanda yayımlanan bir araştırma, son yarım yüzyılda her ülkedeki kaynakların kullanımını analiz etti. Araştırmanın amacı, bugün yaşadığımız ekolojik krizde her ulusun tarihsel sorumluluğunu ölçmekti. Ana sonuç, zengin ve fakir arasındaki eşitsizliğin bariz olduğuydu.

Londra Ekonomi ve Siyaset Bilimi Okulu (London School of Economics and Political Science) ve Leeds Üniversitesi Sürdürülebilirlik Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı ortak araştırmaya göre, son 50 yılda küresel kaynakların aşırı tüketiminin yüzde 74’ünden en yüksek gelirli ülkeler sorumlu. Kaynakların aşırı tüketiminden sırasıyla yüzde 27 ile ABD ve yüzde 25 ile sorumlu olan Avrupa Birliği, sorumluluk sıralamasında başı çekerken Latin Amerika, Afrika, Orta Doğu ve Asya’daki düşük ve orta gelirli ülkeler ise sadece yüzde 8’inden sorumlu. Verileri analiz eden araştırmacılar, per capita (ortalama kişi başına düşen) kaynak tüketimindeki en büyük fazlalığın Avustralya’da meydana geldiği sonucuna varıyor. Avustralya’da yaşayanların her biri, bir yılda ortalama 27 ton daha fazla kaynak tüketiyor. Sıralamada onları Kanadalılar, Amerikalılar ve Japonlar takip ediyor. Ayrıca gezegenin sınırlarının üzerinde kaynak tüketmeyen 3,6 milyar insanın yaşadığı 58 ülke var. Araştırmacılar, “Küresel hammadde kullanımı, son yarım yüzyılda dünya ekonomisinin yılda 90 milyar tondan fazla kaynak tükettiği noktaya kadar önemli ölçüde arttı” diyor. “Çalışmamızın sonuçları, en zengin ulusların toplam kaynak kullanımlarını acilen sürdürülebilir seviyelere indirmeleri gerektiğini gösteriyor.”
Gezegenin kapasite aşımının önüne nasıl geçebiliriz?

Gezegenimiz bize onun kapasitesini aştığımızı, ona her yıl borçlu kaldığımızı ve borcumuzun giderek arttığını söylüyor. Peki bu durumu nasıl düzeltebiliriz? Kaynaklarımızı nasıl doğru kullanabiliriz?

Elektrik tüketimimize dikkat edebiliriz. Örneğin çalışmıyor olsalar bile prize takılıysa az da olsa elektrik harcayacağı için o an kullanmadığımız elektronik cihazların fişini çekebiliriz. Evlerimizde ve ofislerimizde tasarruflu ampul kullanabiliriz. Çamaşır ve bulaşık makinelerimizi tam dolu olarak çalıştırabiliriz.
Su israfından kaçınabiliriz. Bunun için bulaşıklarımızı elde, meyve ve sebzeleri akan suyun altında yıkamayabiliriz. Dişlerimizi fırçalama, ellerimizi sabunlama gibi rutin faaliyetlerimizde suyu kapatabiliriz.
Atıklarımızı azaltabiliriz. Bunun için tek kullanımlık kâğıt ve plastik gibi ürünler yerine yeniden kullanabileceğimiz ürünleri tercih edebiliriz. Ayrıca geri dönüşümle birçok malzemeyi farklı amaçlar için yeniden kullanabilir, böylece onları çöpe gitmekten kurtarabiliriz. Hatta biraz daha ileri giderek çöplerimizi kompost yapabilir ve atıksız bir yaşamın kapılarını aralayabiliriz.
Kısa mesafelerde yürümeyi ya da bisiklete binmeyi, uzun mesafelerde ise toplu taşımayı tercih edebiliriz. Ayrıca araç paylaşımına imkân sağlayan uygulamalarla çevresel etkimizi azaltabiliriz.
Gıda israfını önleyebiliriz. Çünkü gıda üretimi ve tedarik zinciri sürecinde pek çok olumsuz çevresel etkiler ortaya çıkıyor. Gıdalarımızı israf edince bu etkileri daha da artırıyoruz. Bu sebeple aşırı tüketimden kaçınmaya tabağımızdan başlayabiliriz. Alışveriş listesi oluşturabilir, yiyebileceğimiz kadarını satın alabiliriz. Bununla birlikte gıdaları doğru şekilde saklamaya özen gösterebiliriz.
Ev ve ofislerimizde yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanabiliriz. Çatılarımıza kuracağımız güneş paneli sayesinde kendi elektriğimizi üretebiliriz. Bununla birlikte yine çatılarımıza yağmur suyu toplama sistemi kurarak su kullanımımızda büyük ölçüde tasarruf sağlayabiliriz.
Yeşil alanlarımızı koruyabiliriz. Çünkü gezegenimizin hayatta kalmasında ağaçlar ve ormanların rolü büyük. Onların olmadığı bir dünyada hava kirliliği artar, biyoçeşitlilik azalır, sulak alanlar zarar görür ve su kaynaklarımız kirlenir.

Özetle sadece tek bir gezegenimiz olduğunu unutmayalım ve ona iyi davranalım. Gezegenimizin kapasite aşımının önüne geçmek için tüm doğal kaynakları sorumlu biçimde kullanalım. Dünyaya iyi bakalım, geleceğe iyi bakalım!

 

Buzullar Erirse Ne Olur?
Bir gün uyansak ve dünyadaki tüm buzulların erimiş olduğunu haber alsak? Hemen o dakikada veya zamanla, bariz veya dolaylı; insanlık neler yaşardı?

Antarktika kıtasının bazı bölümleri bildiğimiz kadarıyla neredeyse 20 milyon yıldır sürekli buzul örtüsüne sahip. Karasal alanımızın yaklaşık yüzde 10’unu buzullar kaplıyor, ki toplam hacmini hâlâ tam olarak belirleyemedik. Bir hesaplamaya göre buzulların tamamen erimesi yaklaşık 5 bin yıl sürebilir. Ancak mevcut karbon emisyonu seviyeleri, doğal kaynakların tahribatı, çevre kirliliği gibi etmenler; kısacası iklim değişikliği nedeniyle kaçınılmaz sona daha hızlı yaklaşıyoruz. Emisyonları kayda değer seviyelerde azaltsak bile, buzullarının en az üçte birini 2100 yılından önce kaybedeceğiz. Peki buzullar erirse ne olur? Gelin önce en bariz etkilerden başlayalım ve ardından hiç tahmin edemeyeceğiniz sonuçlara geçelim, yani önce ‘buzdağının görünen yüzüne’ sonra da ardına bakalım.

Haritalar değişiyor

Öncelikle ortalama hava sıcaklığı 14 dereceden 27 dereceye yükselir. Bazı meyve-sebze türleri yok olabilir veya ekim alanları farklı coğrafyalara kayabilir; bu sıcaklığa uyum sağlayamayan ya da besin kaynaklarını kaybeden pek çok canlının nesli tükenebilir. Mesela deniz kaplumbağalarının cinsiyetini sıcaklığın belirlediğini biliyoruz, artan sıcaklıklar giderek daha fazla dişi yavrunun doğmasına yol açıyor.

Deniz seviyelerine bakarsak, 60-80 metre bir yükselme kaydedileceği görülüyor. Mesela felaket filmlerinde su altında kaldığını gördüğümüz Özgürlük Heykeli’nin yüksekliği 93 metre, bu da bize nasıl bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor. Bu durumda New York, Şanghay, Londra, Mısır, İstanbul, Venedik gibi şehirlerin yanı sıra Hollanda, Bangladeş, Danimarka, İskandinav ülkeleri ve pek çok ada devleti su altında kalabilir. Akdeniz’in genişleyen suları Karadeniz ve Hazar Denizi’ni yutabilir. Bu, yaşam alanların kaybı, ekilebilir arazilerin yok olması ve dünya nüfusunun çok önemli bir bölümünün yerinden olması anlamına gelir. Endonezya’nın hızla suya batan başkenti Cakarta’yı şimdiden taşıma kararı aldığını anımsayabiliriz.
Buzulların erimesi iklimi nasıl etkiliyor?

Peki küresel iklim ile buzulların erimesi arasında nasıl bir ilişki var? Uzmanlara göre yıkıcı kasırga ve fırtınalar, dondurucu soğuklar, sıcak hava dalgaları, şiddetli kuraklık ve seller gibi aşırı iklim olaylarının ardındaki bir sebep de bu. Halihazırda deneyimlemeye başladığımız bu olguyu şöyle anlatalım: Buz örtüsünün koruyucu bir işlevi var; bu bölgeler belli miktarda ısı emer, fazlasını da uzaya geri yansıtır, gezegenimiz bu sayede daha serin kalır. Ancak buzulların yüzey alanı azaldıkça emilen güneş enerjisi de artar, böylece kaçınılmaz döngü başlar: Okyanus sıcaklıkları yükselirken artan su sıcaklıkları buzulların büyümesini geciktirir. Bunun da ötesinde, artık daha sıcak olan okyanus sularına karışan çok soğuk buzul eriyik suları okyanus akıntılarını yavaşlatır. Gulf Stream’den örnek verelim, yani meşhur Körfez Akıntısı. Kuzey Avrupa’ya sıcak havanın taşınması, iklimin yaşanabilir olması buna bağlı ve bu akıntı Kuzey Kutbu’ndan gelecek yoğun, tuzlu suyla besleniyor. Ancak tatlı su bu akıntıyı tamamen kesebilir. Bu ılık hava olmazsa sıcaklıklar hızla düşer ve hatta kıta mini bir buzul çağına girebilir. Bir yanda buzul çağı yaşanırken dünyanın eskiden ‘yeşil’ olmaya alışmış başka bir köşesinde çöl iklimine geçilebilir; artan sıcaklıklar gölleri ve nehirleri kurutabilir, yangınlar olağanlaşabilir, atmosferdeki su buharının yoğunlaşması kasırgaları besleyebilir. Yine doğal çevrenin ve biyoçeşitliliğin zarar görmesinden, tarım ve balıkçılık gibi yaşamsal faaliyetlerin kesilmesinden ve nihayetinde milyonlarca kişinin yerini terk etmek zorunda kalmasından bahsediyoruz.

23 havuzu dolduracak kadar cıva açığa çıkıyor

Sormaya devam edelim: Buzullar erirse ne olur? Dünyadaki tüm suyun yaklaşık yüzde 2’si buzullarda tutulur. Oran olarak az görünse de bunun çok büyük bir kısmının tatlı sudan oluştuğuna dikkat çekelim. Yani buzulların tamamen erimesi demek dünyanın tatlı su kaynağının yaklaşık yüzde 69’unun doğrudan okyanusa karışması demek. Sadece bizler bu kaynağı kaybetmiş olmuyoruz üstelik, okyanus sistemiyle buradaki tuz ve sıcaklık dengesine göre varlık gösteren canlı yaşamı da olumsuz etkileniyor.

Buzulların tamamen erimesi demek dünyanın tatlı su kaynağının yaklaşık yüzde 69’unun doğrudan okyanusa karışması demek. Sadece bizler bu kaynağı kaybetmiş olmuyoruz üstelik, okyanus sistemiyle buradaki tuz ve sıcaklık dengesine göre varlık gösteren canlı yaşamı da olumsuz etkileniyor.

Ancak tek tehlike bu da değil. Buzullar eridikçe, yıllar boyunca içlerinde sıkışan toksik kimyasallar, kalıcı organik kirleticiler de açığa çıkabilir. Örneğin, Himalaya buzulları. Bilim insanları burada organoklorlu pestisitler (OCP), polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH) ve DDT gibi kirleticiler tespit etti. Bu kirleticilerin bir sonraki adresi akarsular, nehirler, yer altı su rezervleri olabilir ve geçtikleri yerleri zehirleyebilirler. Benzer bir durum permafrost (sürekli donmuş halde bulunan toprak) için de geçerli. Mesela Kuzey Kutbu permafrostunda 15 milyon galon cıva depolandığı tahmin ediliyor. Bu neredeyse 23 olimpik yüzme havuzunu doldurmaya yetecek bir miktar. Ayrıca bu topraktaki organik yapılar açığa çıktığında bakteriler tarafından daha hızlı parçalanacağı için atmosfere daha fazla karbondioksit ve metan karışacak. Bu durum mevcut sera gazı emisyonlarını ikiye katlayabilir ve küresel sıcaklıkların bugüne kıyasla 3,5 derece yükselmesine neden olabilir.

Buzullar erirse ne olur: Dünyanın hızı bile değişiyor

Buzulların erimesi, ortalama kalınlığı 33 kilometreyi bulan yerkabuğunu bile büküyor. Karaların üzerindeki ağırlıktan kurtulan kabuk yükseliyor. Bunu; Antarktika, Grönland ve Arktik Okyanusu’ndaki adalarda 2003’ten 2018’e kadar kaydedilen buz kaybının uydu verilerini analiz eden bilim insanları söylüyor. Araştırmanın yayınlandığı 2021 yılında Kanada ve ABD’nin büyük bölümünde kaydedilen değişiklik yılda 0,05-0,3 milimetre (mm) idi. Finlandiya, Norveç ve İsveç dahil Avrupa’da ise 0,05-0,2 mm. “Neredeyse saç teli kadar” diye düşünebiliriz, ancak bu eğilim yılda ortalama milimetrenin onda biri kadar ilerliyor. Ve sadece buzulların bulunduğu bölgeyi etkilemiyor, küresel ölçekte ‘bükülüyoruz’.

Bu bilginin minimal kaldığını düşünüyorsanız bir verimiz daha var: Eriyen buzul suları okyanuslara akar ve dağılırsa, net bir kütle hareketi yaşanıyor; bu da dünyanın dönüş hızını değiştiriyor. Örneğin Grönland buz tabakası tamamen eriyecek ve okyanusa karışacak olsa, küresel deniz seviyesi yaklaşık yedi metre yükselir, dünya daha yavaş döner. Bir gün, şimdikinden yaklaşık 2 milisaniye daha uzun olur.

“Buzullar erirse ne olur” sorusunun bizi getirdiği nokta bir felaket filmini andırsa da bu senaryoyu yaşamamak elimizde. Bilim bu konuda çok net: Eğer küresel emisyonları 2030 yılına kadar yarı yarıya azaltırsak ve 2050’de tamamen sıfırlamayı başarırsak dünya yüzeyindeki sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlandırabileceğiz. Kaybettiğimiz buzul alanlarını restore edemesek bile Grönland ve Batı Antarktika’daki buz tabakasının önemli bir kısmının çökmesini önleme şansımız olacak. Kararlı, kolektif adımları zaman kaybetmeden hayata geçirerek şansımızı yaratabiliriz. Biliyoruz ki dünyaya iyi bakarsak, geleceğe de iyi bakabiliriz!

 

 

Devamı: İklim Krizi sebebiyle Dünyamızı, İnsanlığı ve Tüm Canlıları Bekleyen Sorunlar Nedir? 

Zeynep Atılgan Boneval

İKLİM KRİZİ – SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR DÜNYA – SÜRDÜRÜLEBİLİR SEYAHAT – YAZI SERİSİ

*Yazıdaki bilgilerin kaynakları İKLİM KRİZİ – SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR DÜNYA – SÜRDÜRÜLEBİLİR SEYAHAT  giriş yazısının en altında yer alıyor.