Muççore? Vrossi Vore. Hatta çok Oxelut, çünkü ‘Si Mağropen Karadeniz’. (Nasılsın? İyiyim. hatta çok sevinçli, çünkü seni seviyorum Karadeniz)
Karadeniz’e her gittiğimde doğaya olan sevgim daha da artıyor. Hatta içimdeki yerinde duramayan, zıp zıp zıplayan çocuğun coşkusu ve sevinci, adeta tüm ruhumu ve bedenimi kaplıyor. Bu coşkunun sebebi sanıyorum; hem Karadeniz’lilerin yerinde duramayan hareketliliği, hızı, enerjisi ve çalışkanlığının, hem de muhteşem müziklerinin bulaşıcı etkisi bu.
Sevincimin sebebi de, bebekliğimin 1.5 yılını Batı Karadeniz’de geçirmiş, ardından da çocukluğumda en sevdiğim arkadaşım Zeynep ile ailecek en güzel seyahatleri yine Batı Karadeniz’e yapmış olmam tahminim.
İnsanın çocukluğunda yaşadığı deneyimlerin izleri ruhunda duruyor sanırım. Ne zaman o yörelerle yeniden buluşsa, zihni yaşadıklarını unutsa bile, kalbi hatırlıyor herhalde.
Karadeniz Avrupa’nın yaz kış turizm merkezi olan Alp dağlarından hiçbir eksiği olmayan, hatta zengin kültürüyle, lisanıyla, yemekleriyle, çok sesli müzikleriyle, her yöreye has gelenekleriyle, Alp’lerden fazlası olan bir bölge.
ALP’LER Mİ KARADENİZ Mİ?
Tüm dünyadan insanlar ilkbahar, yaz ve sonbahar yürüyüşleri için akın akın Alp’lere gidiyor. Oysa, ormanları, yaylaları, zirveleri, şelaleleri, dereleri, flora ve faunasıyla aslında çok daha büyük ve zengin bir doğa çeşitliliğine ev sahipliği yapan Karadeniz’i, doğru altyapı ile ve doğru duyurarak dünyanın radarına sokabilsek, enfes bir eko-turizm ve doğa yürüyüşü destinasyonu haline gelir.
Tabi ki sahip çıkıp, koruyarak sürdürülebilir bir turizm gelişimi örneği olacak şekilde gerçekleştirmek önemli olan. Ayder yaylaları ve Uzungöldeki gibi anlamsız ve beton yapılaşma ile doğadan uzaklaşacak ve çirkinleştirecek şekilde değil.
KARADENİZ KEŞİFLERİM
Son yıllarda Karadeniz’de hem yaz hem de sonbaharda Şavşat ve Macahel keşifleri yapma şansım olmuştu. Muhteşem yaylaları, gölleri, dereleri, ormanları, bakir ve el değmemiş doğasıyula Şavşat beni çok etkilediği için, birkaç kez gittim.
Ancak asıl genellikle Karadeniz’e ilk gidenlerin rotası olan Doğuz Karadeniz’i hiç yapmamıştım.
Birkaç kez yolculuk planlamıştım. Ancal araya sağlık – hayat girdi iptal etmem gerekmişti.
Bir seyahat yazarı olarak hep dergi, gazete ve sosyal medyada gördüğümüz Pokut, Sal, Samistal gibi Fırtına Vadisi, Amlakit, Hazindak, Gito gibi Hemşin Yaylaları, Palovit Şelalesi, Zil Kale’yi hala görmemiş olmam içimde bir ukte idi.
Ve 2024 Ekim sonuna Doğu Karadeniz’i ziyaret kısmet oldu. Beklediğime değmiş diyebilirim.
Çünkü eşi benzeri olmayan bir Karadeniz macerası yaşadık.
4 mevsime bir arada şahit olduğumuz vadilerde ve yaylalarda yürürken, göllerden, derelerden, şelalelerden bulutlara uzanan, çok renkli bir sonbahar filminin yanı sıra bembeyaz kar battaniyesiyle örtülmüş bir kış filmi izledik adeta.
NEDEN BU SEYAHATİMİZ EŞSİZ İDİ? DOĞU KARADENİZ’DE BİR İLK: ‘KAR’LI EKİM
Normal koşullarda Pokut ve Sal Yaylalarını görmek için Eynetap Düzü’nden başlayıp, önce Pokut Yaylası’na ardından da Sal’a devam edecek, hem de Hazindağ ve Amlakit yayalaları arasında uzun yürüyüşler gerçekleştirecektik.
Ancak seyahatimizden 4 gün önceki kar fırtınası sebebi ile birçok yaylanın yolu araçlara kapanmıştı. Ekim ayında böyle bir kar yağışı hayatında görmemiş yöreliler şaşkındı. İklim Krizi sebebiyle her türlü hava olaylarının şaştığına yeniden şahit olduk. Ancak bu olumsuz durum, Bukla Tur’un kurucusu Okan’ın liderimiz olması sayesinde, insanın ömründe bir kez yaşayabileceği bir şansa dönüştü.
Kar yağışının ardından 4 gün boyunca açan güneş ve ısınan hava, daha önce %70’i karla kapanan Sal yaylası yolundaki karların yarısını erittiği öğrenilince. Geriye kalan %35’lik karlı ve buzlu kısmı çıkmak için, Okan bir askeri Unimog aracı organize etti. 55 yaşındaki Unimog’un sahibi, işinde son derece usta ve ehil olan Mustafa, bizi güvenle yüksek tepeler çıkarttıktan sonra, zirveye yakşalmadan önceki buzlu ve yoğun karlı bölüm için dev lastiklere zincir de taktı.
Böylede daracık dimdik çıkan virajlarda kaymadan Sal ve Pokut yaylasına kadar tırmanabildik. Yaylalardaki manzara gerçekten insana ömrünce bir kez nasip olacak kıymetteydi. Çünkü doğma büyüme Ardeşenli olan ve 30 yıldır bu yaylalarda insanları yürüten Okan bile Pokut ve Sal’ı ilk defa karlı görüyordu. Normalde kış aylarında başlayan kar yağışı ile kapanan yollar, geçit vermediği için çıkmak mümkün olmuyormuş. Bize, mevsim normalleri dışında 2 gün şiddetli kar yağışı üzerine, aşırı güneşli ve sıcak hava koşulları denk geldiği için, yöreliler için bir ilki hep birlikte yaşayabildik.
BEMBEYAZ BATTANİYE İLE ÖRTÜLÜ POKUT VE SAL YAYLALARI VE KAÇKARLAR
1 metreye yakın karla kaplı Pokut yaylasınının 2050 metredeki tepe noktasına doğru kar yürüyüşümüze başladık. Ayaklarımızın altında uzanan Pokut yaylası, karşıda yer alan Samistal, Amlakit ve Hazindak yaylaları, ufukta solda Kemerli Kaçkar ve sağda 3937 metrelik Kaçkar dağı zirvesinin tamamı karlarla kaplıydı. Sanki bembeyaz bir battaniye tüm dağları, yayaları, vadileri ağaçları ve ahşap evlerin damlarını örtmüş, uykuya hazırlamıştı.
Pokut yaylasının sırtında ip gibi uzanan evleri bulutların üzerinde görmeyi hayal ederek gelmiştim buralara. Ancak umduğumdan çok daha farklı ve büyülü bir manzara ile karşılaştım.
Defalarca dergilerde, gazetelerde ve instagram paylaşımlarında gördüğüm o manzara yerine, karlarla kaplı bir uyuyan güzel uzanıyordu ayaklarımın altında. Hiç ayak basılmamış karlar güneşle pırıl pırıl parlıyor ve üzerlerinde yuvarlanmaya davet ediyordu. Ve içimdeki çocuğu özgür bırakıp yüzümü güneşe kendimi de koşarak karlara bıraktım.
Pokut, esintili yer anlamına geliyormuş. Gerçekten de 2000 metredeki bu tepe dört bir yandan esinti alacak şekilde konuşlanmış bir doğal yayla. Aşağılarda yazın bunaltıcı ve rutubetli sıcağında, Pokut’takiler püfür püfür esen rüzgarla bulutların üzerinde serinliğin tadını çıkarıyorlar belli ki.
Ardından orman içinden Sal yaylasına yürüdük. Normalde yarım saat sürecek bu yürüyüş bol kar sebebiyle 1 saat sürdü. Dimdik yükselen çamlar ve karlarla kaplı daracık patikada yürümek nefis bir deneyimdi. Kışın burada ayılar oluyor mu diye Okan’a sorduğumuz sorunun ardından, orman yürüyüşümüzü bitirip Sal’a varmadan önceki ilk düzlük alana geldiğimizde, bol kar üzerinde taze ayı ayak izleri görmek de gerçekten nefes kesiciydi. Ayak basılmamış bol karın keyfini bir tek biz sürmemişiz yani.
Yine 2000 metrede konuşlanmış Sal yaylasına ulaştık ve hem yukarı hem de aşağı mahallelerine doğru yürüdük.
Yaylanın ön kısmında normalde geniş çimenlerle kaplı alan şimdi bembeyaz karlarla kaplıydı. Arkasında sırayla dizilmiş ahşap yayla evleri de güneşin turunculaşmayan başlayan eğik ışığı ile tablo gibi bir güzellikteydi. Güneşin ısısı ile yerdeki karların serinliğinin birbirine karıştığı sürreal manzaraları seyredip, temiz havayı ciğerlere çekmek anlatılmaz yaşanır deneyimlerden birisiydi.
Bu sefer solumuzda Pokut ve ufuktaki dağların manzaraların tadına vardık. Ahşap yayla evlerinin damlarından aşağı kayarken, soğuktan donan kar kalıpları, heykelsi görüntüler sergiliyordu. En tepeye tırmanırken aşağı doğru inen bir ayak izi gördüm ve takip etmeye başladım. Herhalde sabah gelen Unimog tepenin arkasına park etti, ve ekibimizin diğer yarısından bir kişi tepeyi aşarak yürüdü diye düşündüm. Yukarı yürürken ayak izlerinin içinde yumurta kabuğu kırıkları vardı. Üzeri karla örtülmemiş, derine de batmamış, demek ki yeni. Elinde yumurta ile gezen bir turist olmaz diye şaşırdım.
İzleri sonuna kadar takip ettiğimde ise, çıkışı olmayan sadece aşağı doğru ayak izlerinin ve yumurta kabuklarının gizemini çözdüm. Bir yayla evinin kapısından başlıyordu. Büyük ihtimal ile yayla evini ziyaret eden veya daha aşağıdaki köyüne göç etmemiş bir Sal köylüsü, ani şekilde habersiz gelen kar yağışlarına yakalandı. Kar yağışının durmasını bekledi ve sabah uyanıp güneşle hava açıldığını görür görmez evinden çıkıp evini ve köyü terk etti. Tabi yumurtasını kaynatıp, yolsa karnını doyurmayı ihmal etmeden.
Sonuçta bu yürüyüşte, konçlu su geçirmez botlarımız ve dizimize kadar tozluklarımızın faydasını çok gördük. ileve Ayaklarımız 3 saat boyunca karda yürümekten sonunda ıslansa da, pantolonlarımızın ve ayakkabılarımızın içine kar girmediği için üşümedik.
Pokut ve Sal Yaylaları muhteşem güzellikte iki yayla. Tepe üstüne kurulu bu yaylalardaki tüm evlerin tamamen ahşap. Bakirliğini korumuş bu iki yaylanın etrafı vahşi bir ormanla çevrili, manzarası da gerçekten doyulmaz. 3 mevsim gelinse, hepsinde ayrı güzel bir manzaraya şahit olur eminim.
Hele bir de bulutlara denk gelirse insan, ayaklarının altındaki bulut denizi, bulutlardan başını çıkarmış dağ adacıkları ve balta girmemiş bir doğal yaşlı orman ile çevrelenmiş manzaraların tadına varamaz insan. Elektirik direkleri toprak altına alındığı için inanılmaz fotojenik bu köyler.
Ancak bizim şans olarak nitelendirdiğimiz beklenmedik ve yoğun kar yağışı, aslında yöre halkı için çok zorlu koşullara yol açtı.
Yönetmen Turgut Bayraktar aşağıdaki satırlara yer verdiği instagram paylaşımında, ani bastıran karla göçmek zorunda kalan çobanların yaşadıklarına yer verdiği yeni belgeselini duyurdu:
“Ne arkadaşlar vardı hani bir tane yok!”
-Gün olur biteceksin, dökülüp yiteceksin. Geldi yine güz ayı, göç edip gideceksin.
Kışın ani gelişiyle ekim ayında beyaza bürünen dağlardan hızlı şekilde göç etmek zorunda kalan çobanlar, hava şartları nasıl olursa olsun göçten büyük keyif alarak yolculuğa çıkarlar. Sürü reisi Yeşil lakaplı Osman BEKAROĞLU (65), ömründe bu dağlarda böyle bir soğukla karşılaşmadığını veya unuttuğunu söylüyor. Gümüşhane Tekke yaylasından Trabzon’un Sırhanlı yaylasına zaiyatsız inen sürü sahipleri aynı zamanda unutulmayacak bir göç anısı yaşadılar.
Turgut Bayraktar’ın “Beyazdan Yeşile Yolculuk” kısa filmini izlemenizi tavsiye ederim. Beyazdan Yeşile Yolculuk | Belgesel Film (youtube.com)
Ayrıca 17 Kasım Pazar günü, Turgut Bayraktar’ın, sonbaharda beklenmedik kar yağışı ile karşılaşan bir ailenin son akşamı ve göçüne tanıklık eden yeni bir belgeseli daha youtube’da yayına girecek: ‘Oğuzhan Reyhanoğlu ve ailesi Rize’nin Keğut Yaylası’nda yaylacılık yaparken, aniden gelen kar yağışıyla göç etmek zorunda kalırlar. Yaylada yalnız kalan ailenin son akşamına ve göçüne tanık olacağınız bu bölüm pazar günü yayında olacak şimdiden iyi seyirler dileriz’
BORÇKA KARAGÖL’ÜN KARLI SONBAHAR YANSIMALARI
Artvin’e bağlı Borçka Karagöl’de hem sezonunu ilk karını hem de sonbaharın muhteşem renklerini bir arada gçrerek yürüyüş yapma şansımız oldu. Gidişimizden 4 gün önce yağan şiddetli kar sebebiyle neredeyse 1 metreye ulaşan karlar, ardından gelen güneşli günler ve sıcak gündüzler sebebiyle biraz eriyip, geceleri ise donduğu için yürüyüşümüz epey maceralı oldu.
Normalde yarım saatte iki gölün entrafını dönmek mümkün iken zaman zaman bol karda, zaman zaman buzlu ayak izleri üzerinde zaman zaman da toprakta yürümemiz ve manzaraları seyrederek gölleri dolaşmamız 2 saat sürdü.
Daha önce Şavşat Karagöl’ünü sonbaharda yürümüştüm ve suyun üzerine yansıyan sonbahar renkleri ile gerçekten inanılmaz bir manzara idi. Ancak bu sefer daha da büyülü bir manzarayla karşılaştık. Kahve, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil renkteki yaprakların ve ağaç aralarında ve tepelerdeki bembeyaz karların hepsi durgun havada ayna gibi dümdüz olan gölün üzerine yansımıştı. Ve aynı anda hem Hazan Vaktinin hem de kış manzaralarını birlikte yaşayabildik.
Panoramik manzaralar sunan bu eşsiz doğa harikası gerçekten sonbaharda hazan vakti renkleri ile masalsı manzaralarıyla insanı büyülüyor.
1450 metre yükseklikte yer alan Borçka Karagöl’ü heyelan gölü aslında 50 dönüm ve 7 dönümden oluşan iki gölün birleşimi. Daha önce derinliği 30 metre iken zamanla akan alüvyonlar sebebi ile derinliği 8 metreye düşmüş. Yıllar içinde akibeti ne olacak acaba?
ELEVİT YAYLASI – KARLA İLK KARŞILAŞMA
Bu seyahatimizde kar ile ilk karşılaşmamız, 1800 metre yükseklikteki Elevit Yaylası’nda oldu.
Bir Hemşin yaylası olan Elevit, 8.yüzyılda Ermenistan’ın ortalarındaki Ararat bölgesinden gelen Amanutiler tarafından kurulmuş. Arap istilasından kaçıp önce Gürcistan sınırında onları püskürten Amanutler, ardından Çoruh nehrinin batısına geçip, Rize, Trabzon ve Erzurum’a dağılmışlar. Çoğunluğu Rize’nin dağlık kesimleri tercih etmiş Amanutler, Hristiyan bir kavim. 18.yy da bir çoğu Müslümanlaşmış, ancak bir kısmı Hirstiyan geleneklerini devam ettirmiş. Yani hem Hristiyanların hem de Müslümanların birlikte huzurla yaşadığı bir yayla köyü burası.
Elevit yaylasının 500 yıl önceki ismi Elovit. Vit Ermenice yayla demek. Elovit ise ‘ellerin yaylası’. 1990’larda burası, dünyanın her milletinden insanın ziyaret ettiği, çok meşhur bir yayla imiş. Yaylalara çıkma ve ayrılma dönemlerinde gerçekleşen, ismini yaylada açan gül çiçekleri ve güz çiğdemlerinden alan coşkulu Vartivor şenlikleri ile, dillere destan bir yaylaymış Elevit.
Ancak sınır kavgaları sebebi ile nüfusunu kaybetmiş Elevit. Normalde karadeniz yayla köylerinde tapu yok. Hayvancılık yapanlara teşvik olsun diye, yazın hayvanlarını otlatabilmesi için devlet hayvancılıla uğraşanlara yaylalarda meralar verirmiş. Bu yaylaların tapusu yokmuş. Hayvanlarını besleyebilmek için yayalada yaşayanlar birer ahşap dam yaparmış kendine. Ancak binlerce hayvan için çimen ve ot çok kıymetli, zamanla mera kavgaları çıkmaya başlamış. Çobanlar tüfekle nöbet tutarlarmış ve yayla sınırları için kavgalar yaşanmış. Hatta Didingola ve Golazena yaylaları arasıki dava hala devam ediyormuş. İşte bu dönemlerde Elevit’in nüfusu biraz azalmış. Bir zamanların en çok ziyaret edilen köyünde, enfes baklavasıyla meşhurdur ‘Yok Yok’ bakkaliyesi varmış mesela. Artık yok kendisi.
Elevit köyünde nehrin üzerindeki köprüden geçip, karların üzerinde tırmanış yapıp, Elevit köyünü, sırtını yasladığı dağları karlar içinde seyrettik. Sezonun ilk karına basmak müthiş bir duyguydu.
Yaz döneminde Elevit’ten başlayarak, Karunç Yaylasına, ardından tepenin arkasındaki Trovit yaylasına, oradan da aşağı Yıldız Gölü’ne çok güzel bir yürüyüş rotası varmış.
ÇAT YAYLA KÖYÜNÜN ENFES MANZARALARI
Ardından Elevit yolu üzerinde, daha alçak bir rakımda bulunan Çat Yayla köyüne gittik. Güneye bakan bir yamaçta yer aldığı için burada kar yoktu ancak ayaklarımızın altında set set inen upuzun yemyeşil meraları, etrafımızı çevreleyen ağaçların sonbaharda renk cümbüşüne bürünmüş yaprakları, ufuktaki dağların manzaraları ile gerçekten içimizi açan bir keşif oldu Çat. Daha alçak bir yayla köyü olduğu için hanelerin bir kısmı hala köyde idi.
Yol arkadaşım Meltem Yücesoy’un kadrajından
İneklerini, keçi ve koyunlarını otladan köylüler ile sohbet etme imkanımız oldu. Cüssesi kocaman ancak huyu inanınlmaz uysal çoban köpeği Kibar, adeta yaylanın tamamını gezmek için bize rehberlik yaptı.
Çat yayla köyünün rakımı 1350 metreymiş. Çok yüksek olmadığı ve genellikle kar almadığı için, yolu kışında olsa sürekli açık tutulan bir yayla olduğu için, yılın 12 ayı kalınabilen bir köyüymüş.
Hatta 1980’lere kadar, 30 hanenin, 400 büyük baş ve 2000 küçükbaş hayvanın yaşadığı bir köy olmuş. Son yıllarda ise sadece 2 hane yaz kış yaşıyormuş. Eskiden bu yaylada büyük bir coşku ve hevesle eğlenceler yapılırmış ve yaylacılar kendi kültürlerini yaşatırlarmış. Ancak genç nüfusun köylerini terk edip şehirlere göçmesi ile yaşayanı çok azalan Çat köyü şimdi neredeyse uyuyan bir güzel.
Mayıs – Ağustos arasında rengârenk çiçekler ve endemik bitkileriyle adeta bir botanik cenneti andırıyormuş. Etrafındaki ormanlık, kayalık tepelerde ve aşağıdaki derelerde inanılmaz çeşitli bir flora ve faunaya ev sahipliği yapıyor Çat.
ÇAT KÖPRÜSÜ VE ÇAT DÜZLÜK KÖYÜ
Aşağıda yer alan Çat köyü ise, Fırtına Deresi üzerinde, sahilden 55 km içeride, Çamlıhemşin İlçe Merkezine 35 km uzaklıkta, ve rakımı 1200 metre.
Coğrafi konumunu anlatmak için tariflersek: Fırtına Vadisi köprüsünden sağdan devam edilerek Fırtına deresi boyunca Çamlıhemşin ilçesine varılıyor. İlçenin çıkışından iki dereninin birleşimi olan Zil kale – Çat Vadisi ve Ayder Vadisi olmak üzere yol ikiye ayrılıyor.
Yol ayrımından sağdan devam edilirse, Konaklar mahallesi, Ortan, Çinçiva, Mollaveyis, Zilkale, Omokta, Zilkale Köyü, Goluna, Meydan, Goboca köyleri geçilerek Çat Düzü’ne ulaşılıyor. Dere kıyısındaki Çat Köyü, çok az haneli ufacık bir köy. Buraya hayat veren Toşi pansiyon güzel bir konaklama adresi. Elevit ve Hemşin derelerinin birleştiği yer olduğu için ismi ‘Çat’mış. 57 metre uzunluğunda, 15 metre yüksekliğinde, genişliği 2.4 metre olan kemerli tarihi Çat Köprüsü ile de ünlü. Çat’tan devam ederseniz Çat Yayla Köyü, Elevit, Palovit, Verçenik yaylarına ulaşabiliyorsunuz.
ORTAN KÖYÜ VE MAKREVİZ KONAKLAR MAHALLESİ – ÖDÜLÜ BOL YÜRÜYÜŞ
Fırtına vadisini rengarenk yapraklarla bir tuval gibi boyamış olan sonbaharın en çok tadına vardığımız yürüyüşlerden birisiydi bu. Ortan Köyü’ne girer girmez bizi muazzam konaklar karşıladı. Bütün köy boyunca bostanlar, çiçekler, konaklar ve serenderleri eşliğinde yürüdük. Ortan’dan çıktıktan sonra karşı yamaçları seyrettiğimiz enfes manzaralı bir patikayı takip ederek ilerledik.
Ardından orman içinden bir tırmanış yaptık, belki de dünyanın en küçük kemerli köprüsünü ve şelalesinin üzerinden geçerek, Makrevis patikasına giriş yaptık. Ve tarihi konaklar bölgesine ulaştık. 19.yy’ın sonlarında birçok Makrevis köylüsü Polonya’ya (o dönem Rusya) pastacılık yapmayı öğrenmeye gitmiş. İşlerinde ustalaşıp iyi para kazandıkça, Rus ustaları memleketlerine getirip, Rus mimarisinde konaklar yaptırmışlar.
İşte bu konaklar bölgesinde taş & ahşap işçilikleri ile göz alıcı 150 kadar konak inşaa edilmiş. Yürüyüş rotamızın üzerindeki Deli Emet ve Hacaloğlu Konakları ayakta kalanların en güzelleri. Konakların çoğu terk edilmiş durumda. Çünkü konakları yaptıran Rusya’da yaşayan köylüler, Bolşevik devrimi sonrası, pastacılık yapmak üzere Türkiye’ye dönmüş ancak Makrevis’e değil büyük şehirlere yerleşmişler. Kuşaklar boyu konaklar boş kalmış, ve hissedarları arttığı için ne satılabiliyor, ne tadil edilebiliyor, yok olmaya yüz tutmuş durumda bu tarihi hazineler ne yazık ki.
Konaklar Kars’taki Rus mimarisindeki konakların çok benzeri. Alt kat tamamen taş, üst katlar taş, ateş tuğlası veya ahşap karışımlarından inşa edilmiş. Giriş katı büyükçene ‘Hayat’ denilen salon ve büyük bacalı şömineli mutfaktan oluşan yaşam alanı, üst katlarda ise odalar bulunuyor. Odaların bazılarında döşek altında küvetler ve şömineler yer alıyor.
Ardından sonbahar renkleri ile çevrelenmiş, restore edilmediği için tarihi dokusu ile nefis bir köprü olan Konaklar Köprüsü’nden geçtik. Yanındaki Kalif Kafe, yorgunluk atmak üzere bir Karadeniz çayı içmek için ideal bir yer.
Ancak yürüyüş sonrası yorgunluk atmak için ideal bir adres söyleyeceğim size: Lembas Kafe. Ortanköy’de Fırtına Deresi üzerinde yeşilliklerin içinde tek başına duran bu kafe, sıcacık atmosferi, ev baklavası, laz böreği, sütlacı, yabanmersinli ıslak keki, havuçlu tarçınlı keki, ekşi erikli çikolatalı cheesecake gibi enfes tatlıları, ev yapımı karadutsuyu, limonatası, Karadeniz çayı ve harika kahvesi ile adeta bir vaha.
ÇİNÇİVA KÖYÜ, TARİHİ KÖPRÜSÜ VE SÜRPRİZLERİ
Çamlıhemşin’e bağlı tarihi adıyla Çinçiva (yeni adı Şenyuva) köyü, Fırtına Vadisinde, Fırtına deresinin kıyısında yer alan ağaçlara sırtını ve manzarasını yaslamış, zamamnda asılı kalmış huzurlu bir köy. Sonbaharda büründüğü kızıl, turuncu, sarı, kahve ve yeşil renkler ile daha da masalsı oluyor. 1696 yılında inşa edilmiş 40 metre uzunluğunda 20 metre yüksekliğinde tek gözlü kemerli taş köprüsü, Çamlıhemşin’e hayat veren Fırtına Vadisi boyunca inşa edilmiş 10 tane tarihi köprünün en iyi durumda olanı (Eski Hala, Makrevis, Ortan Köprüsü, Kale-Hala Köprüleri diğer güzel köprüler).
Çinçiva köprüsünün tepesine çıkıp, vadinin muhteşem manzalarını izlemek gerçekten nefes kesici. Zamanın durduğunu hissettiren bu huzurlu noktada, derenin şırıl şırıl akan sularını duymak ve bacalardan süzülen odun sobası dumanlarını görmek, sizi içinde daldığınız hayal aleminden çıkarıp, şimdiki zaman getiriyor.
Çinçiva köyü, yörenin ünlü lezzeti mıhlamayı Karadeniz mutfağına kazandırmasıyla biliniyor. Burada birkaç yerde yöresel nefis kahvaltılar ve lezzetlerin tadına bakabilir, geleneksele getirilen modern yorumlar ile yeni nesil lezzetler de tadabilirsiniz. Derenin üzerinde yer alan Çinçiva Kafe hem yöreye özel lezzetleri hem de manzaraları ile köyün en güzel lezzet adresi.
3. Dalga kahve için Zua Coffee, çay kahve ve tatlılar için Cugal, yerel ve modern tasarımlar için Peri Dükkan, el yapımı seramikler için Bozayı, Cugal köprü ile Çinçiva kafe arasında yer alan yöresel kıyafet, keşan kumaşından Dolaylık (Dolay peştamal) ve baş peştamali, yemeniler ve erzaklar satan tezgahlar, uğramaya değer noktalar.
Çinçiva Köyü- Zizna- Mollaveyis yürüyüşü: Gün batımından az önce Çinçiva Köyü (Şenyuva) üzerindeki Zizna’ya araçla tırmandık. Zizna’ya çıkarken, vadinin iki yamacında rengarenk ağaçların arasına serpiştirilmiş görkemli tarihi konaklarla, Fırtına vadisine dair en büyülü manzaralara şahit oldum.
Ardından kestane, ıhlamur ve ladin ağaçlarıyla kaplı bir orman patikasından Mollaveyis köyüne yürüdük. 1 saat süren bu yürüyüşümüze, yine sonbahar renkleri ile bezenmiş Fırtına Vadisi’ni, Zil Kale’yi, gökyüzünün ve bulutların kızıl renklerini seyrettiğimiz manzaralar eşlik etti.
Çinçiva’da Işık Güner’in “Habitat” Sergisi Sürprizi
Karadeniz’e ilk gittiğimiz gün otelimiz Nordic’e giderken, Çinçiva’ya gelmeden az önce bir ilkokul binasında Habitat Sergisi afişlerini gördük. Ve hemen direksiyonu çevirip, sergiyi gezmek üzere minibüsümüzden indik. Meğer ne kıymetli bir serginin son günlerine denk gelmişiz. Yöreli sanatçı Işık Güner, hem memleketinin hem de dünyanın çeşitli coğrafyalarında yabani bitkileri, tohum halinden çürümesine kadar izleyerek resmediyormuş. Suluboya resimleriyle ve çizimlerinin her biri, bitkilerin tam boyutlarını ve gerçek renklerini birebir yansıtıyor. Doğa ve bilimin hem zarif ve estetik hem de öğretici bir birleşimi olan yapıtlarıyla, gerçekten doğayı en saf hâliyle gözler önüne sermeyi başarmış Işık Hanım.
Biyoçeşitliliğin zenginliği ve önemini gözler önüne seren bu sergi, bir yandan da doğal habitatların yok olma tehlikesine çok güzel dikkat çekiyor ve korunmaları gerektiğini görsel ve duyusal bir deneyimle aktarmayı başarıyor. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde doğal bitki örtüsü olarak yetişen nadir bitkilerin titizlikle detaylandırılmış bilimsel temsillerinin yanı sıra, Peru’nun yağmur ormanlarından, kurak çöllere, Himalaya’nın yüksek zirvelerinden, Japonya’nın orman bitkilerine kadar birçok habitatta yolculuğa çıktık bu sergi sayesinde.
Yine Habitat projesinin bir parçası olan kısa bir film de mevcuttu sergide. Yönetmenliğini Recep Akar’ın yaptığı, Ebru Cansız’ın koreografisini tasarladığı solo dans performansını içeren bu kısa film, doğal yaşamın güzelliğini ve tehlikesini aynı anda vurgulayarak, anın ne kadar kısa sürede değişebileceğini hatırlatıyor.
Habitat projesinin kitabı ise, Güner’in dünya’nın zengin bitki örtüsüne dair resimlerinin yanı sıra, bu bitkilerin yaşadığı eşsiz coğrafyalara yaptığı yolculuk hikâyelerini ve farklı ülkelerden yazar ve ressamların katkılarını da içeriyor. Işık Güner, 2016 yılından bu yana Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu’nda yaptığı arazi çalışmaları sonucunda resmettiği birçok bitki türünü içeren bu kitapta, özellikle uzun yıllardır peşinde olduğu “süsen” türlerine de yer veriyor.
Çinçiva’dan Pokut’a tırmanırken görmeye değer bir mahalle daha var: Kendini Koruyan Mahalle. Çamlıhemşin’in Çinçiva Köyü’ndeki Çulina köylü Metin Akıncı, ‘bu coğrafyada herhangi bir yere araç yolu girmiyorsa, o mahalle ya da köy kendini korumuş sayılır’ diyerek, sadece teleferikle ya da eski bir patikadan ulaşılan bir mahallede konaklayarak ve bozulmamış yayla kültürünü yaşatmak için kollarını sıvamış. Bölgede yük taşımak için bir gelenek olan teleferiğin, ‘yük taşıyorsa, neden insan taşımasın’ diyerek 400 metre yüksekliği insan can güvenliğini sağlıyacak bir versiyonunu kendi elleriyle yapmış, ve yıllardır da çalışıyor teleferik. Ormanın derinliklerindeki ormangüllerinin, ladin, kızılağaç, kestane ve gürgenlerin üzerinden, vadideki diğer köy ve mahalleleri ve tabanındaki şelaleyi seyrederek, doğanın görkemini hissettiğiniz 1.5 dakikalık bir yolculuk ile ulaşılıyor. Doğanın kucağında uyandığınız 3 bungalowda konaklayabiliyor, değirmende mısır öğütüp, patikalarda yürüyüşler yapıp, tavukların yumurtalarını veya bağdan, bahçeden tazecik sebze-meyve toplayıp, manzaraların, sessizliğin ve tertemiz havanın tadına varabiliyorsunuz.
TAR VADİSİ VE BULUT ŞELALESİ
Kaçkar Milli Parkları Ayder güzergahı üzerindeki Türkiye’nin en yüksekten akan şelalesine ev sahipliği yapan Tar Vadisi’nde yaptığımız yürüyüş te nefisti. Vadi içinde şırıl şırıl akan derenin kenarından yürüdük.
Etrafımızı çevreleyen, Tar vadisinden Altıparmak vadisine uzanan tepelerin üzerindeki ağaçların tümü sonbahar renklerine bürünmüştü. Ve bu yaprakla güneşle öyle göz alıcı şekilde parlıyordu ki, sürekli tepeleri seyrede seyrede yürürken tırmandığımızı fark etmedik bile.
Ve sonunda Bulut Şelalesi‘ne ulaştık. 180 metreden dökülen 3 kırımlı çok görkemli bir şelale Bulut Şelalesi. Normalde sonbaharda şelaleler yazın sıcaklarından sonra suyu azalan göller ve dereler yüzünden cılız olur, ancak bizden önce yağan şiddetli kar ve yağmur sayesinde şelale coşkun bir şekilde taraça taraça dökülüyordu.
Ahşap köprüden geçip inanılmaz bir yükseklikten dökülen ve şelaleyi seyretmek ve dinlemek gerçekten çok keyifli. İsmini aşağıdan bakınca sanki bulutlardan dökülüyormuş izlenimi vermesinden alan Bulut Şelalesini çok beğendim.
KAMİLET VADİSİ VE MENÇUNA ŞELALESİ
Yağmurlu son günümüzde yürüyüş yapabilmek için Artvin’in Arhavi ilçesinde yer alan Kamilet Vadisi’ne gittik. Bölgede iki taş köprüyü bir arada görebileceğiniz tek yer olan Çifteköprü’yü ziyaret ettik ve ardından Mençuna Şelalesi yürüyüş parkurunun başına geldik. Çay tarlaları, serenderler, ve sonbahar renklerine bürünmüş ağaçlar arasında yaptığımız yürüyüş o kadar keyifliydi ki, yukarı tırmanan patika ve taş merdivenlerden tırmanış hiç zor gelmedi. Zaten 45 dakikada şelaleye ulaştık.
Tam şelalenin önünde yer alan ahşap köprüden 92 metreden dökülen şelaleyi, altınızdan geçip giden dereyi ve ardından karşı vadideki çay tarlalarını seyretmek o kadar keyifliydi ki. Çiseleyen yağmura rağmen, şelalenin sesini dinleyerek, muhteşem sonbahar manzaralarını izledim bu köprü üzerinde 15 dakika boyunca.
Kırmızı benekli alabalıklara ev sahipliği yapan şelalenin çevresinde dolaştığımızda ise, dere yolları üzerinde kesme taşlardan yapılmış tarihi köprülere ve yağmur ormanlarına benzer zengin bitki örtüsüyle kaplı doğal güzellikleri bir arada görme şansı bulduk.
11.000 bitki çeşidi, ve 4400 aromatik bitkisi ile çok özel bir floraya sahip Kamilet vadisi, Avrupa’daki 100 sıcak noktadan birisiymiş.
FINDIKLI VADİSİ, ÇAĞLAYAN KÖYÜ SÜRPRİZLERİ, LAZ KONAKLARI
Fındıklı Vadisi gezdiğimiz diğer vadilere göre daha geniş bir vadi. Hem çay hem de fındık ağaçlarına ev sahipliği yapabiliyor, bu sebeple daha bereketli ve zengin bir vadi. Ve efsane Laz konakları görüyorsunuz bu vadide.
Fındıklı’nın tarihe tanıklık eden önemli varlıklarından birisi dolma taşlı ahşap Fındıklı konakları. Temel yapı malzemesi ahşap ve taş olan Konakların temeli taş. Yapıya asıl karakterini ve dış görünümünü kazandıran öge ise “Dolma” ya da “Göz Dolma” diye adlandırılan dış duvarları. Bu duvar sisteminde aslen ahşap olan ikinci katların dışları dolgu taşlarla kaplı. Dolgu taşların konabilmesi ve orada kalabilmesi için, duvarın ahşap iskeleti, enine ve boyuna kutucuklara bölünmüş.
Parke taşı büyüklüğünde, perdahlı sel taşları, dolgu taşları olarak, oluşturulan bu gözlere yerleştirilirmiş. Her göze bir dolgu taşı yerleştirildikten sonra, dolma duvarlarda taş ile ahşap arasındaki kalan boşluk, elenmiş kil ve kireç karışımı beyaz bir macunla sıvanarak kapatılırmış. İç mekânlarında ise ahşap oymacılık sanatının çok güzellik örneklerini görmek mümkün. Çağlayan Köyü’nde Ataçlar, Şevketbeyoğulları, İnceler Konağı güzel örnekler.
Laz Konaklarının mimarisinde alt kat ahır, üst kat ‘hayat’ denilen salon ve mutfaktan oluşan yaşam alanı ve yatak odaları. En üst kat ta kiler olarak inşa edilirmiş. Pencereler giyotin ahşap yapılırmış.
Hem konakların hem de her Doğu Karadeniz evinin yanı başında bir Serender’ini göreceksiniz. Kiler görevi gören bu ince uzun tek göz ahşap binalar, farelerden korunmak için büyüklüğüne göre dört veya sekiz ayak üzerine inşaa ediliyor. Kilerdeki erzağı ve mahsülleri dayanıklı bir şekilde saklayabilmek için arazinin en serin ve en az güneş alan yerine dikiliyor. Serender’lerin altı gölge olduğu ve püfür püfür estiği için, yaz sıcaklarından kaçarak yemek yemek ve oturmak için masa ve sandalyeler yerleştiriliyor.
Balkon bölümlerine eliptik arı kovanları da yerleştiriliyor ki, bir yandan arılar bal üretsin. Sevgili arkadaşım Mimar Sibel Bozer çok güzel bir yorumda bulundu: Mimarsız mimari. Gerçekten kollektif bilinç ile ulaşılan enfes bir ortak akıl ürünü Serenderler.
Fındıklı Taş Köprüsü ise Çağlayan Deresi üzerinde inşaa edilmiş 27 metre uzunluğunda, 13 metre yüksekliğinde, 2.4 metre genişliğinde kemerli bir taş köprü. Kemeri kesme taşlardan oluşan köprünün tempan duvarları ve ayakları moloz taştan örülmüş ve üzeri yassı dere taşıyla kaplı. Kimi kaynaklar yapım tarihine 1924 dese de, yerel halk bu tarihin selde yıkılan köprünün onarım tarihi olduğunui köprünün daha eskilerde inşaa edildiğini söylüyor.
ÇAĞLAYAN KÖYÜNDE İKİ SIRADIŞI LEZZET ADRESİ: ABU VE NOĞA
Fındıklı Çağlayan köyündeki Abu Su Ürünleri ve Restoran şaşırtıcı bir sürpriz oldu bizim için. Şimdi Karadeniz’de Somon nereden çıktı? diye sorabilirsiniz. Biz de Okan’a ‘hamsi varken, alabalık varken ne alaka?’ diye sorduk. Ancak Okan dedi ki; ‘hayatınızda yediğiniz en güzel ve en değişik somonları burada yiyeceksiniz, ben somon sevmem ama burada yiyorum’. Biz de tamam dedik. Ve gerçekten hem çok değişik tariflerle hazırlanmış efsane somonlar yedik, hem de Türkiye’nin müthiş bir başarı hikayesini dinledik. Rizeli girişimci Hasan Kuzuoğlu, ABD’de bir şirketin genel müdürü olarak çalışırken, özlemini duyduğu doğal hayat için 2010 yılında memleketi Fındıklı’nın yeşil doğasıyla ünlü Çağlayan köyüne dönmüş. Amerika’da yaşadığı sırada somon balığına olan ilgi ve talebi yakından gözlemlediği için, somonun büyük bir potansiyel vaadettiğini fark etmiş. Daha önce aile fertlerine ait olan Çağlayan Deresi’nin kenarında yer alan alabalık çiftliği ve restoranının tüm hisselerini alarak, yeni bir üretim tesisi ve restoran kurmuş. Aldığı 10 bin yavru alabalıkla Karadeniz somonu üretmeye başlamış. Ayrıca bu somonların, dünyada hiç örneği olmayan tariflerle sofraya sunulduğu, nefis lezzetlere imza atan bir restoran kurmuş. Önce yılda 3 ton balıkla işe başlayan Kuzuoğlu, bugün yılda 20 bin ton somon balığı üretimine ulaştığı çiftliklerinden 12 ülkeye somon ihracatı yapıyor. Biz 12 kişi; somon kebap, somon iskender, somon ızgara kiremit, somon şiş kebap, ıspanaklı peynirli somon dolması, somon köftesi, labneli somon, ballı sarmısaklı somon, hardallı somon gibi farklı somon yemeklerini ortaya söylerek, çok değişik tarifleri tatma şansı bulduk. Ve Okan’a hak verdik, gerçekten bugüne kadar yediğimiz en lezziz ve en orijinal somonlardı. İnsan keşke Anadolu’nun her köyünden bir vizyoner, keşke Hasan Kuzuoğlu gibi köyüne harika bir fikirle geri dönse, bu fikri hayata geçirip, köyüne canlılık ve yaşam aşılasa, halkına istidhtam yaratsa, hem yöre hem de ülke ekonomisine katkıda bulunda demeden edemiyor.
Ardından kahve ve tatlı için yine aynı köyde 5 dakika yürüme mesafesindeki Noğa’ya yürüdük.
Noğa, Çağlayan köyünde Türk kahvesi haricinde kahveseverler ve de geleneksel tatlılar dışındaki yenilikçi tatlıları özleyenler için adeta bir vaha.
Fındıklı’lı iki arkadaş Ceyda ve Hatice Hanım, 2020 senesinde Noğa Coffee’yi açmış. Noğa Lazca çarşı demek. Bu tatlı kafe de Çağlayan köyünün tam çarşı yerinde açıldığı için ismi Noğa.
Hayvan dostu olan Noğa sıcak, samimi ufacık bir kafe. Çeşit çeşit cheesecake’leri, browni, incirli muhallebi, beyaz çikolatalı kadayıflı tatlısı, Amerikano’su, filtre kahvesi hepsi çok lezzetli. Rize vadilerinde, metropol kültürüne dair atmosferde kaliteli kahve içmek, 5 gün boyunca kahve içmemiş bizlere iyi geldi. Otantik yerler tabi ki çok güzel, ancak insan böyle butik ve güzel harmanları da seviyor.
PALOVİT ŞELALESİ ve ZİL KALE VE
Kaçkar Dağları Milli Parkı içindeki doğal güzelliklerden birisi olan Palovit Şelalesi, Rize’nin en yüksek debili şelalesi olmakla ünlü. Ağaçlar arasından dereboyunca ilerlediğimiz bir güzel patikadan Palovit’e ulaştık. 15 metre yüksekliğindeki heybetli şelalenin dökülüşünü izledik. Ardından Zil Kale manzara noktasına gittik.
Fırtına Deresi’nden 100 metre yükseklikte sarp bir kaya üzerine Ermeniler tarafından 14.yüzyılda inşa edilmiş Zil kale, aslında askeri amaçlı bir kale değil. 14.yyda ticaret yolu üzerinde olduğu için bir ticaret karakolu olarak yapılmış, tek burçlu, ambarlı küçük bir kale. Karşı virajından öğleden sonra güneşinde manzarası çok güzel. Ancak her Doğu Karadeniz rotasının olmazsa olmazı diye geçen bu iki nokta, beni en az etkileyen keşifleri. Ancak görmeden olmazdı tabi ki.
FIRTINA VADİSİ, BORÇKA VE ARHAVİT KEŞİFLERİ SONRASI DOĞU KARADENİZ DUYGUSU
Karadenizin serin, tertemiz, tazecik havasını solumak insanın ruhunu besliyor.
Zaman zaman göz kırpan karla kaplı Kaçkar zirveler, ladin, çam, kızılağaç, kestane, gürgenlerle kaplı vadiler, karla kaplı bulutların üzerindeki yaylalar, eşsiz gün batımlarının nefis manzaralarını izlemeye doyum olmuyor buralarda.
İnsan kendini gürül gürül şelalerin, akıp giden derelerin, coşkun kuşların, arıların seslerini dinlemeye kaptırıyor.
Yerçekimine aykırı diklikteki çay tarlalarında çalışan kadınların dengesine, yol kenarında horon vuran gençlerin canlılığına şaşırıyor…
Şehirde en ufak bir trafiğe tahammül bile edemezken, insan Karadeniz’de yollara taşan koyun, keçi sürülerinin çobanlarını, bekçi köpeklerine hiç kızmıyor, sevgiyle selamlıyor ve sabırla bekliyor…
Yörenin mısırından yapılan mısır ekmeğinin, peyniri erimiş muhlamanın, salçalı kuru fasulyenin, turşu kavurmanın, mincinin, Anzer balının, tertemiz sulardan çıkan hamsinin, Laz böreğinin ve enfes aromalı çayının tadına hiç doyum olmuyor.
Doğanın, doğayla içiçe uyumla yaşamanın müthiş yöntemlerini bulmuş insanıyla, geleneklerle, zengin mutfağıyla, çok sesli müziğiyle ve kendine has kültürel miraslarıyla çok özgün bir harman sunan Doğu Karadeniz gerçekten çok özel bir keşif.
Dereden bulutlara uzanan manzaralar insanın doğaya saygısını arttırıyor.
Ve her Karadeniz gezisinde olduğu gibi Doğu Karadeniz’de de insanın içini; hem enerji, canlılık, hem de doğayla bütünleşmenin verdiği bir huzur kaplıyor.
Eminim her mevsimi güzeldir buraların. Yazın çiçeklerin, güneşte çam iğnelerinin ve ıhlamur yapraklarının, yağmurda toprağın mis gibi kokularını içne çekmek, ilkbaharda eriyen karlarla coşan dere ve şelalelerin sularına teslim olmak, herhalde çok güzel olsa gerek.
İnşallah Karadeniz’e yeniden ve yeniden gidebilmeyi diliyorum.
Sağlığım, gücüm kuvvetim yerimde olsun ki; Samistal, Amlakit, Hazindak yaylaları, Tahpur yaylası, Verçenik yaylası, Elevit, Haçivanak, Trovit Yaylaları Yıldız Gölü, Karmik Yaylası, Avusor, Altıparmak Ambar Gölü, Kaçkar Gölü, Didingola Yaylası, Koçdüzü Yaylası, Huser ve de Okan’ın Laz Alpleri programındaki yaylaları yürüyebileyim.
KARADENİZ ZEKASI
Her Karadeniz gezimde, tanıştığım insanlar ile sohbetimde, şarkılarının muzip ve manidar sözlerini dinlediğimde, günlük yaşam için geliştirdikleri eski teknolojileri gördükçe ve kültürüne şahit oldukça, Karadeniz’lilerin çok kıvrak ve pratik bir zekası olduğunu görüyorum.
Mesela meyve toplamak için icat edilen Gudeli Sepeti: Ağaca çıkıp çengelini dala takıp, topladığın meyveler ile doldurup, iple aşağı sarkıttığın bu sepet, aşağı indirirken, dallara takılmayıp rahatça yerine ulaşsın diye altı sivrilen konik şekilde kesilmiş özel bir sepet.
Mesela Teleferik sistemi: Taa tepelerde yer alan, yolu izi olmayan evlere ve konaklara nasıl eşya, erzak taşınıyor peki? Çok akıllı bir sistem geliştirmiş Karadeniz’liler. Her evin veya ev kümesinin yol kenarından, yukarı evlere uzanan tel ve makara sislemli yük taşıyacak vagonlardan oluşan bir teleferik sistemi var.
Mesela Çay Makasları: Makasın kestiği tazecik yaprakları doldurabilmek için altına bez torba iliştirilmiş, anında hasadı toplayan makaslar yapılmış.
Mesela Çay Toplamanın İncelikleri: Yazımın devamında detaylıca anlattım…
Mesela Horon: Yazımın devamında detaylıca anlattım…
Mesela Sikinti Yok felsefesi: Karadeniz’e has bir hayat felsefesi ve yaşam tarzı. Koşullar ne kadar zorlu, beklenmedik ve şaşırtıcı olsa da, sevgili Okan, Sikinti Yok felsefesiyle sakin, soğukkanlı ve net bir zihin haline bürünüp, hemen yeni bir rota, ve harika bir çözüm üretiveriyor. Bize de anın tadına varılarak, özgün ve yeni bir yolculuk deneyimletiyor bu felsefe. Herkese lazım!
Yeri gelmişken NEDEN BUKLA TURİZM?
İlk Karadeniz Şavşat gezimi Bukla Turizm’in kurucusu Okan’la gerçekleştirdim. O gün bugün Okan’la gezmekten şaşmıyorum. Okan Karadeniz’de Ardeşen’de doğup büyümüş ve Karadeniz’e turizmi, yayla yürüyüşlerini ilk getiren kişi. Karadeniz’in dört bir köşesine, coğrafyasına, insanına, geleneklerine, takvimine, koşullarına çok hakim. Rotaları ilk belirleyen kişi. Bugün bildiğimiz çoğu münferit rehberi yetiştiren kişi. Yani bir nevi Karadeniz trend-setter. Programlarının benzerleri çoğaldıkça, yeni yerleri keşfe ekleyip, en orijinal programları yaratıyor. Onunla gezmek bir ayrıcalık, çünkü o kadar tecrübeli ve yöreye, insanına hakim ki, şartlar değiştiğinde hemen spontan program yapabiliyor, yaratıcı çözümler üretiyor, mutlaka hepimizi tatmin edecek bir deneyim veya yürüyüş rotası bulabiliyor. Onun çıkarttığı yeni rotalara keşfe gitmek bir ayrıcalık haline geliyor.
KARADENİZ’DE KONAKLAMA
Nordic Otel: Fırtına Vadisi’nin en güzel köylerinden biri olan Mollaveyis Köyü’nde, yemyeşil el değememiş doğanın tam kalbinde, Ülkü köprüsü ve deresinin kenarında, yaşlı ormanlara ve tepelere sırtını yaslamış, nefis bir dağ evi/oteli Nordic Otel. Mollaveyis Köyü’nün, göçler sebebiyle artık öğrencisi olmadığı için terk edilmiş ilkokulunu, Avrupa dağ köylerinde gördüğümüz şale stili bir otele dönüştüren Okan & Arzu, Uğur & Ebru, gerçekten bakir doğanın içinde, dışarı çıktığınıza derenin, kuşların, keçilerin sesinden başka bir ses duymayacağınız, içeri girdiğinizde ise koltukları, battaniyeleri, ahşap parkeleri ve kuzinesiyle sıcacık bir atmosferin sizi karşılayacağı, ve de yöresel kahvaltı ve ev yemeklerine doyamayacağınız bir vaha yaratmışlar. Yemyeşil bahçelerinde yer alan Serenderler’den birisi özel bir suit oda, diğeri yoga stüdyosu.
Hikayesinin en güzel kısmı ise, Nordic eskiden ilkokul iken, öğrencisi olan Remzi Beyin dumanı tutan sobalı evi, otelin hemen önündeki arazide.
Her odasının penceresi doğanın büyüleyici güzelliğine açılan Nordic’ten, Verçenik, Elevit, Amlakit, Çat, Gito, Pokut, Çiçekli, Ayder, Avusor ve Huser Yaylaları, Palovit Şelalesi gibi yöörenin en güzel yaylalarına, ormanlarına ve şelalelerine günübirlik geziler ile yürüyüşe gidebiliyorsunuz. Ayrıca otelden çıkıp yürüyebileceğiniz, Fırtına Vadisi’ni ve üzerindeki antik taş köprüleri görebileceğiniz, orman içlerinden manzaralar izleyebileceğiniz harika doğa rotaları ve eski köy patikaları var. Çinçiva köyü ise yürüyerek sadece 30 dakika sürüyor. Oksijen deposu yaylalarda yürüdükten sonra, akşamları yorgun döndüğünüzdeyse, sıcacık çorbalar, muhlama, pazı kavurma, fasulye turşusu, laz böreği, mısır ekmeği gibi yöresel yemek ve tatlıların tadına doyulmuyor. Kuzine başında yudumladığınız geleneksel Karadeniz çayı da enfes tadıyla yorgunluğunuzu tamamen unutturuyor. Bir yandan her şeyden uzak, bir yandan Doğu Karadeniz’in en güzel yaylalarına çok yakın olan Nordic Otel doğayla buluşma deneyimi için eşsiz bir konaklama seçeneği
Diğer Oteller
- Plato’da Mola: Haziran-Ekim arası Pokut, 12 ay Ortan köyünde, Çamlıhemşin
- Tanevit Dağ Ev, Pokut, Çamlıhemşin
- Orion Butik Otel, Pokut, Çamlıhemşin
- Pokut Doğa Konuk Evi, Pokut, Çamlıhemşin
- Makrevis Pansiyon: Makrevis Köyü, Çamlıhemşin
- Kartal Pansiyon, Elevit, Çamlıhemşin
- Toşi Dağ Evi, Çat Köyü, Çamlıhemşin
- Ada Bungalov, Çinçiva, Çamlıhemşin
- Moçkar House, Çamlıhemşin
- Puli Mini Otel, Çamlıhemşin
- Ekodanitap Natural Life, Çamlıhemşin
- Hakoni House, Gürsü, Fındıklı
- Simge Pansiyon, Avusor
- Dadala Panisyon, Altıparmak
- Macahel Konuk Evi Macahel – Camili Köyü, Borçka, Artvin
- Mençuna Konakları Küçükköy, Arhavi Artvin
- Kayaüstü Dağ Evi, Düzköy, Trabzon
Bukla Turizm ile Karadeniz’in dört bir köşesine gidebileceğiniz farklı gün sürelerinde, farklı yürüyüş zorluk seviyelerinde, farklı vadilerde birçok program var. Bukla Tur’un tümr ehberleri Karadeniz’li ve çok bilgi sahibi. birkaç Bukla Turuna gittikten sonra Bukla müdavimi olarak Okan Yenigün ve Sadık Enderoğlu’nun liderliğinde ve Adem Abi, Necip Abi gibi muhteşem kaptanlar ile seyahat etmeye başlayabilirsiniz.
Eğer Bukla’nın turlarında yer bulamazsanız destek alabileceğiniz adresler:
- Endemicalp – Endemic Tours
- İcimdekigöcebe – Tamzaratur – Cevdet Bey
- Pokutsal Tur – Uğur Biryol
KARADENİZ’DE NE & NEREDE YENİR İÇİLİR, NE ALINIR?
- Kirkkel veya Kırkeli Simidi: Pekmezli (Susamsız) Kirkkel Simidi bir Karadeniz klasiği
- Laz Böreği Tatlısı: Yöreye has bu tatlı çok orijinal bir lezzet harmanı. Karabiberli, fındıklı, muhallebili bir güllaç böreği gibi tadı ve kıvamı.
- Sal Yaylasında, Pilunç Çay Evi: Kadir Bey sizi karşılayacak, buranın sütlacını tatmalısınız. Açsanız ekmekte sucuk veya sahanda yumurtalı sucuk yiyebilirsiniz.
- Pokut Yaylasında Patika Kafe manzaraya nazır nefis bir mola adresi.
- Çağlayan Köyünde Abu’da somon ve Noğa’da kahve & tatlı (yukarıda detaylıca anlattım)
- Ortanköy’de Fırtına Deresi üzerinde yeşilliklerin içindeki Lembas Kafe, sıcacık atmosferi, ev baklavası, laz böreği, sütlacı, yabanmersinli ıslak keki, havuçlu tarçınlı keki, ekşi erikli çikolatalı cheesecake gibi enfes tatlıları, ev yapımı karadutsuyu, limonatası, Karadeniz çayı ve harika kahvesi ile adeta bir vaha.
- Restore edilmediği için tarihi dokusu ile nefis bir köprü olan Konaklar Köprüsü’nün yanındaki Kalif Kafe, yorgunluk atmak üzere bir Karadeniz çayı içmek için harika bir yer.
- Çinçiva Adresleri:
- Derenin üzerinde yer alan Çinçiva Kafe hem yöreye özel lezzetleri hem de manzaraları ile köyün en güzel lezzet adresi.
- Dalga kahve için Zua Coffee: Çinçiva’daki Zua Coffee ve bu mekanın yaratıcıları Elif ve Apo ile tanıştırmak istiyorum sizleri. , bugünkü adıyla ise Şenyuva Köyü geliyor. Zilkale ve yaylalara giden göç yolu üzerinde bulunan köy için, Karadeniz ormanlarında saklı bir cennet dersek hiç abartmış olmayız. Zua, Lazca Deniz anlamına geliyor. Yaratıcıları Elif ve Apo’nun hikayesi ise şöyle: İstanbul’da İKSV ve Jazz Festivali’nde çalışmış, ardından ailesi ile New Orleans’ta restoran ve jazz kulubü işleten Apo, sakin ve doğal bir yaşam arzusuyla memleketi Hemşin’e yerleşmiş, İstanbul’da okuyan, ardından kardeşi ile Beyoğlu’nda Klemuri Lokanta’yı açan Elif ile Apo birbirini severek evlenmiş ve Hemşin’de bir hayat kurmuşlar. Ardından kendilerinin de güzel kahve içebileceği, keyifli bir ortam yaratmak istemişler. Kaçkar dağlarının en güzel yaylalarına, Palovit şelalesi ve Zil Kaleye gidenlerin rotasında, Fırtına Deresi kıyısında yemyeşil ve çok sevimli bir köy olan Çinçiva’yı seçmişler. Eskiden köyün fırın ve bakkal olarak kullanılan yapısının bir bölümünde açmışlar Zua’yı ve 3ç dalga kahve severlerin uğrak noktası haline gelmiş Zua. Espresso kahve çeşitlerinin yanında bölgeye özgü meyvelerden bitkilerden kendi yaptıkları içecekler ve tatlar var. Orman meyveli sakızlı muhallebisi dillere destan.
- Peri Dükkan: Çinçiva köyünde yer alan Peri Dükkan, Kaçkar Dağları’ndan doğal ve sağlıklı gıda & tasarım ürünler ve sürdürülebilir yaşam gereçleri satıyor. Bir diğer şubesi Ayvalıkta.
- Bozayı: Çinçiva köyünde yer alan el yapımı seramikler sunan tasarım dükkanı.
- Çay kahve ve tatlılar için nehrin kıyısındaki Cugal da güzel bir adres.
- Çinçiva köprüsüyle Çinçiva kafe arasında yer alan tezgahlar, yöresel kıyafetleri, keşan kumaşından Dolaylık (Dolay peştamal) ve baş peştamali, yemeniler ve erzaklarıyla uğramaya değer noktalar.
- Rize’deki en iyi kuru fasulyeci: Lale Lokantası
- Ardeşen’de hoş bir kahveci: Yerum Oni
- Çay isteyenler için: Lazika çayları ve Chaynik Tea Çayları.
- Çikolata isteyenler için: Fındık Ocağı Çikolatası
- Online Alışveriş: Moyy: Size hikayesini ve yaptıklarını çok beğendiğim online alışveriş adresi önereceğim: Moyy Atölye. Yıllarca Fırtına Vadisinde Moyy Kafe ve Atölyeyi yaşatan Özlem Hanım, bulunduğu vadiye, insanlarına, kültürüne, doğasına değer katmak üzere, kayıp zamanın izinden giderek bölgedeki eski işçilikleri, materyallerin hikayelerini bir arkeolog gibi kazarak, modern yaşama adapte edilmiş şekilde yeniden hayat bulmalarını sağlamış bir kadın. Ardından Fırtına Vadisine kardeş gelen Ayvalık Moyy Atölye 2024 Kasım ayında kapandı, ve Moyy Atölye veya Café’nin artık fiziksel bir mekanı yok. Ancak bir ayağı Karadeniz’de olan Özlem Hanım, Moyy atölye websitesi üzerinden, Anadolu ve Karadeniz kültürüne ait değerlerin yeniden yorumlanarak modern zamana uyumlandığı ürünleri tasarlayıp üretmeye ve de yerel üreticiyi desteklediği doğal ürünleri sunmaya devam ediyor. Bu websitesinin en iç huzuru veren ve mutlu eden tarafı ise, tüm ürünlerin hammaddelerinin doğal olduğunu, adil ve lokal ekonomiyi destekleyecek şekilde üretildiğini bilmek. Doğal olarak üretilmiş elbise, pantolon, sort, bluz, kimono gibi kıyafetler, şallar, çantalar, tikina (sırt çantası), şamdan, el doukması sofra servisleri, peçete, bardak altlıkları, ekmek, çay torbaları,sepetler, semli tabureler, tütsülük ve hatta dönem dönem yöresel bal bile bulabiliyorsunuz. Ancak öyle duyarlı bir tasarım atölyesi ki, internet misafirlerini karbon ayakizini düşünerek alışverişlerini yapmaya yönlendiriyor. Ayrıca blog’unda Feretiko (yurtdışında Trabzon keteni, yurt içinde ise Rize Bezi olarak da geçen) antik kumaş üretim geleneği, sepet örücülüğü, el örücülüğü gibi zanaatler hakkında kadim bilgiler paylaşıyor. Zaman zaman Karadeniz’de Fırtınada Yenilen isimli kişisel bakım kampları, Trata Ayvalık ve Orman Cunda’yı Fırtına’ya taşıyarak Karadeniz’de Ege esintisi estirecek etkinlikler düzenleyen Özlem Hanım, 2024’te Çinçiva İlkokulunun bir Bal Müzesine dönüştürülmesi için kolları sıvadı. Ayrıca Özlem Hanım Çamlıhemşin’e 5 dakika uzaklıktaki Aşağı Vice dağ köyünde minik bir ahşap ev deneyimi sunmak üzere Moyy Mini Cabin’i konaklamak isteyenlere kiralıyor. Ülkesinin kaybolmaya yüz tutan değerlerine sahip çıkarak bizlerle buluşturmak için bu kadar çok emek ve özen gösteren bir kadın girişimciyi ve duyarlı insanı takdir etmemek mümkün değil.
KARADENİZ HORON’SUZ OLMAZ: HORON’UN HİKAYESİ
Biz bir akşam Nordic otelde, Ömer Sayın’ın muhteşem tulum ezgileri, Özgür Ayata’nın komutları ve Mehmet Kutanis şarkıları eşliğinde eşsiz bir horon gecesine, hem de horonunu bir parçası olarak şahit olduk
Çok enerjik ve dur durak bilmeyen bir komutçumuz vardı: Özgür Ayata. Horon vuranların (dikkat sakın vurmak demeyin, Karadenizliler hemen düzeltiyor) komut vererek akışını yönlendirenlere komutçu deniyor. 3 ayak, hemşin, deli, düz, koçeri gibi çeşit çeşit horonları, verdiği komutlar ve de kendisi örnek olacak şekilde yönlendiren komutçumuz, horon çemberimizi bir sağa, bir sola, bir ileri bir geri, eller havaya derken, sayesinde 30 dakika durmadan horon vurduk. 1 saatlik kardiyo antremanına bedeldi diyebilirim.
Horon’un kökleri nereye dayanıyor ve anlamı nedir derseniz?
Horon, Lazca, Gürcüce, Yakutça’da topluluk, yığın anlamına geliyor. Bölgelerde hasat edilen sap ve demetlerin yığınlarının gibi toplanış ve dizilişini mecazi olarak anlatan bir oyun. Bereketi kutlayan ve onun sevincini coşturan bir kültürel ifade. Horon geleneğinin köklerinin, taa ilksel dinler dönemindeki ayinlere dayandığı söyleniyor. Toprağın ekilmesi sırasında, balık tutmak için denize açılmadan önce, hasat zamanı ürünün bol ve bereketli olması için, Tanrıların rızasının alınması için ilahiler eşliğinde oyunlar oynanırmış. El ele tutuşup, halka halinde çeşitli efsunlu sözler söylenerek ortak bir ruh hali oluşturulan bu oyunların ve dansların sembolik anlamı; gökyüzündeki Tanrıları yere indirmek ve onlarla bütünleşmeyi sağlamak. Toplum için önemi öyle büyük ve kutsal sayılırmış ki, ayinleri ancak kutsal sayılan şamanlar yönetirmiş. Tanrıların yere indiğini öğrenenler iiiiihi hu hu hu uuu diye haykırarak coşup, ayaklarını yere vururmuş. İşte bizim horonlarımızdaki bu coşku, haykırma ve sevincinin bu dönemden kaldığı 2010 tarihli Arhavi Halkbilim Araştırması tarafından belirlenmiş.
Doğu Karadeniz Horon’unun kendisine has özellikleri de var:
çok engebeli, uçurumlu, sarp ve dar patika yollarda yürüyebilen, sırtında yük taşıyan Doğu Karadeniz insanı çevik olmak zorunda. Bu yüzden horon muhteşem bir egzersiz. Ancak daülık yapısı sebebiyle yörede Horon oynamak için büyük düzlükler bulmak olanaksız. Bu nedenle Doğu Karadeniz Horonları, yol kenarlarında 5-10 metre genişliğindeki Horon Düzelerinde, ahşap evlerde, balıkçı teknelerinin güvertelerinde oynayabilecek şekilde, geniş olmayan dar hareketlerden oluşuyor. Horonlar, bir yandan sahilden başlayarak hızlıca yükselen Doğu Karadeniz dağlarının görkemini, bir yandan da ne zaman coşacağı, fırtınalar koparacağı belli olmayan Karadeniz’in dalgaları ve yakalanan balıkların çırpınışları canlandırıyormuş. Horon, dalgalar, kasırgalarlar haşin doğa güçleriyle uğraşıyı yansıtacak şekilde titremeli figürleri ve baş döndürücü çevikliğiyle, olağanüstü canlı bir oyun. Horon, sahillerden dağlara doğru yükseldikçe Kafkas oyunlarına doğru bir dönüşüm geçirmiş.
RİZE VE DOĞU KARADENİZ DENİNCE AKLA İLK GELEN: ÇAY HAKKINDA BİLMEDİLERİNİZ
Yürüdüğümüz her vadide, sonbahar renk cümbüşünün arasında çay tarlaların yeşili gözümüze çarptı. Zaman zaman çay tarlalarının arasından biz de yürüyerek tırmandık. Tepelerden aşağı inen yamaçlarda, ağaçların arasında nerede bir boşluk varsa, orası mutlaka bir çay tarlası olarak değerlendirilmiş bu yörede. Ancak insan yerçekimine aykırı bu diklikte nasıl çay toplandığına önce hayret ediyor, sonra takdir ediyor. Gelin size Karadenizli kadınların çay toplamadaki maharetini anlatayım biraz.
Çay toplama coğrafi ve iklim koşullarınının etkisi ile gerçekten çok zor, zahmetli ve yorucu bir iş. Tarlalar çok dik yamaçlarda, etrafta tutunabilecek bir şey olmadan ekili. Toplarken dev nemli ve bunaltıcı sıcaklar veya sağanak yağmurlara denk geliniyor. Ayrıca çay hasadı ve işlenmesi incelik ve uzmanlık gerektiren bir iş.
Çay hasadında işlemeye uygun genç ve körpe çay yaprağı ile tomurcuğun toplanması esas. Bu yüzden kaliteli çay için sürgünlerin 2-2,5 yapraklı iken hasat edilmesi gerekiyor. Ve en kaliteli çaylarda çayın ilk iki yaprağı kullanılıyor. Çay filizlerini kesen makasın altına bağlı bir bez torba var. budanan yapraklarIN yere düşmesini engelliyor bu yöntem. Çay hasadı coğrafi koşullara göre senede 2 ila 4 kez arasında gerçekleşiyor. Genellikle ilkbahar ve yaz, Mayıs ve Haziran aylarında toplanıyor çay. Eğer kıyıya yakın sıcak bir bölgedeyse çay bahçesi, Temmuz – Eylül/Ekim dönemleri de eklenerek yılda dört sürüm veriyor. İçerilere ve yükseklere çıkıldıkça bu sayı 3 veya 2 ye düşüyor.
Öyle makası eline alıp çat çut kesmiyor çay toplayıcıları. Taze olan çay yaprakları ve tomurcuklarının büyük bir titizlikle kesilerek toplanması büyük bir gayret gerektiyor. Hasat anında çay yaprakları ile tomurcuğun kırılıp kıvrılarak zedelenmemesine özen gösteriliyor. Yolarak ve sıyırarak asla toplanmıyor çay.
Torbalarda toplanan çaylar, temiz bir örtü üzerinde, güneş görmeyen gölge bir yerde biriktiriliyor. Ancak kesilerek toplanan çayın oksijenle teması başladığı için, taze çay yapraklarının oksidasyona uğramaması için, oksijene temas süresini en aza indirgeyebilmek adına toplandıktan hemen sonra bekletmeden alım evine sevk edilmesi önemli bir püf noktası. Bu sebeple her vadide mutlaka hava alan ancak ışık almayan bir çay alım evi veya toplama deposu yer alıyor. Hasat edilen çay yaprağı sıkıştırılmadan uygun büyüklükteki ekipmanlara konuluyor, ve toplanan çay yaprakları en geç 6 saat içerisinde alım evine ulaştırılıyor. Çünkü sıkıştırılan yapraklarda sıcaklık kısa sürede yükseliyor ve öncelikle zedelenmiş yapraklarda daha sonra tüm yapraklarda erken oksidasyon ve kuruma gerçekleşiyor. Sıcaklığın aşırı yükselmesi çay yaprağında bulunan enzimlerin aktivitelerini büyük ölçüde ya da tamamen yitirmelerine neden oluyor. Ve yaprakların kimi zaman kırmızı renk almasına ve üretilen çayın renginin mat, deminin bulanık olmasına neden oluyor. Ya da uygun olmayan koşullarda bekletilen çay yapraklarında oksidasyona bağlı mikroorganizma faaliyetleri giderek artıyor ve çay tadında ekşimeye yol açıyor.
İşte bu sebeple alım evinde çaylar çok üst üste gelip birbirini ezmeyecek şekilde 20 cm kalınlığında seriliyor ve 1-2 saat arayla karıştırılıyor. Çay yapraklarının toprakla, gübreyle, yağ gibi yabancı maddelerle teması engelleniyor.
Ve de çayın biran evvel işlenebilmesi için yoğun çay bahçelerinin bulunduğu yerlerde çay işleme tesisleri yer alıyor ki, çay hızlıca işlenip kalitesinden kaybetmesin.
Çayların türleri ise hangi yaprakların ne zaman, kaç adet toplandığına göre değişiyor. Çayın hasat zamanı tadını nasıl etkiliyor bir bakalım. Marttan Nisana kadar toplanan genç filizli çayın ferah tadı oluyor. Mayıstan hazirana kadar toplanan çayda daha az taze filiz bulunur ve çay daha koyu, demli oluyor. Sonraki dönem yağmur çayları toplanıyor. Bu çay, karışımları fazlalaştırmak ve dengede tutmak için kullanılıyormuş. Ekim ve Kasım gibi aylarına kalan hasatlar daha düşük kaliteli sayılıyor, ama daha az güneş görmesinden ötürü çok koyu ve demli değil. Genel olarak etkilemektedir.
Harcanan emeği öğrenince, çay deyip geçmemek lazımmış değil mi? Lezzetli çaylara dönüşen yaprakları yetiştirmek, toplamak, taşımak ve işlemek gerçekten büyük emek, tecrübe gerektiyor.
Genellikle çayları kadınlar topluyor. Mahsülü toplayan ve tarlaların aralarında yabaniş ot bitmemesi için sene boyu tarlaları gözeten kadınlar, çay tarlarının sahipleri ile mahsülün yarısını almak üzere anlaşıyor. Bu kişilere ‘yarıcı’ deniyor. Çay tarlasının yanı başında bir göz ev de sağlanıyor.
Biz Lazika’nın doğal siyah çayından çok memnun kaldık. Yayla Çayı, Begamotlu, Portakallı çayı da mevcut.
Ülkemiz çay üretiminde, yılda yaklaşık 1.2 milyon ton yaş çay yaprağı ile, dünyada 7. sırada yer alıyormuş.
DEMİR ELMA FESTİVALİ – BORÇKA
Karadeniz’deyken Artvin – Borçka’da 1-2-3 Kasım tarihlerinde gerçekleşen ‘Demir Elma Festivali’ afişlerini gördük. Programımız yoğun olduğu için katılamadık, ancak biraz bilgi edindim sonrasında.
Doğu Karadeniz’deki kültür-sanat ekosistemini güçlendirmeyi ve bölgeye özgü kültür politikalarını geliştirmeyi hedefleyen bir festival ve tüm yıla yayılan projeler silsilesi Demir Elma.
Borçka Belediyesi, GOLA Kültür, Sanat ve Ekoloji Derneği, İstanbul Kültür Sanat Vakfı gibi sivil toplum ve yerel yönetimlerin birlikte hareket ettiği çok ortaklı bir festival tasarımı.
“Yarım Elma Demir Elma: Çok Ortaklı Bir Festival Tasarımı” slogan ile, Borçka belediye başkanının coğrafi işaretini aldığı bölgeye özgü ‘demir elma’ meyvesinden ismini alıyor. Demir elma aracılığıyla bölgedeki tüm kültürel öğeleri bir araya getirerek onların hikayelerini anlatan bir festival. Demir Elma Festivali Filmi, Demir Elma Hikayeleri Kitabı, Demir Elma Okulu gibi tüm yıla yayılan, uzun soluklu kültürel projeler gerçekleştiriliyor festival kapsamında.
Festivale katılan Asu Maro öyle güzel anlatmış ki, sözlerine yer vermek istedim: Bir elmanın etrafında yazılan hikaye: İnsanın en büyük ihtiyacı bir bütünün parçası olduğunu idrak etmek. Toprağıyla, suyuyla, kuşuyla, böceğiyle, ağacıyla, meyvesiyle uyum içinde varlığını sürdürebilen bir bütünün. Birbirine ve doğaya hoyrat davranarak kendi sonunu hazırladığını çok geç olmadan (hâlâ olmadıysa) anlaması şart. Doğu Karadeniz’in nefes kesen coğrafyasında, Artvin Borçka’da her anıyla bunu hissettiren bir üç gün geçirdik. 2006 yılında kültür sanat aracılığıyla Doğu Karadeniz coğrafyasına, yerel kültüre dair farkındalık oluşturmak amacıyla yola çıkan Gola Kültür Sanat ve Ekoloji Derneği’nin Borçka Belediyesi iş birliğiyle düzenlediği Demir Elma Festivali buluşturdu hepimizi. Bu festival aslında İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Avrupa Birliği desteğiyle yürüttüğü Ortaklaşa: Kültür, Diyalog ve Destek Programı kapsamında hayata geçen Demir Elma Projesi’nin bir sonucu. Yani altında yerel yönetim ile sivil toplum aktörleri arasında etkileşimli bir iş birliği, kapsayıcı ve çoğulcu bir kültür politikası oluşturulması hedefi var ki bu festivali daha da anlamlı kılıyor. Adı neden demir elma? Birebir yaşamı (yaşamın bir parçası olan ölümü de) simgeleyen kadim bir meyve olan elmanın Borçka’da yetişen dayanıklı bir türü, demir elma. İki yılda bir meyve veriyor, kurutulmuş mısır yapraklarına sarılarak dokuz ay tazeliğini koruyor. Coğrafi işaretli bu meyve, festival boyunca farklı kılıklarıyla çıktı karşımıza; kah kaynatılıp pekmez olarak kah çikolataya ya da şekere batırılarak kah kahveyle demlenerek. Muratlı (Maradit) köyünde bir demir elma ağacını ziyaret edip Güneşin Oya Aydemir’in anlattığı masalla hoyrat davrandığımız elmanın kalbini kazanmayı da denedik. Elmayı bildiğimiz gibi dik değil de yatay kesersek kalbinde bir yıldız göreceğimizi biliyor muyduk mesela? Bunun gibi pek çok şeye ‘bir de buradan’ bakmayı deneyimlediğimiz bir üç gündü, Borçka’da geçen. Gerçekten bir elma etrafında kocaman bir hikâye yazılmıştı, Sevilay Refika Kadıoğlu’nun dediği gibi. Kendisi Gola’nın (gola Lazcada yayla demekmiş) kurucusu, yan yana durduğu ekiple beraber bu festivalin tasarlayıcısı, baş döndüren enerjisiyle, şahane hikâye anlatma becerisiyle insanları etrafında toplayan bir büyücü. Aynı anda beş yerde olabiliyor. Bu beceriye sahip bir de Borçka Belediye Başkanı Ercan Orhan var. Refika Kadıoğlu, İKSV Kültür Politikaları Çalışmaları Direktörü Özlem Ece ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Temsilcisi Cenk Dereli ile birlikte festivalin açılışını yaparken sandık ki bu onu son görüşümüz olur. Oysa gecenin ayazında da Karagöl’ün yağmuru – karı altında da oradaydı, uzun sofralarda sohbette, bütün horonların, halayların içinde, elinde akordeonuyla sahnedeydi. Ayrıca Borçka’ya bu yıl üçüncüsü düzenlenen Borçka Tiyatro Festivali’ni kazandırmıştı ve bununla gurur duyuyordu. Sanatın dönüştürücü gücüne inanan bir başkan. İnanmayanları da inandırmaya muktedir Demir Elma Festivali, yerel halkı ve dışarıdan gelen konukları Doğu Karadeniz’in kültürüyle, yemekleriyle, müziğiyle, danslarıyla kucaklayarak uğurladı. Pek çok değerli isimle tanıştık, söyleştik, hepsinin adını anmak mümkün değil ama bütün etkinlikleri başarıyla sunan, yönlendiren performans sanatçısı ikiz kardeşler Cenk ve Tamer Karataş’ı söylemeden olmaz. Mardin’den gelen şahane Sirkhane ekibinin performanslarıyla başlamıştık açılış yürüyüşüne, Karagöl kıyısında el ele tutuşup dev bir horon halkası kurarak bitirdik. Üzerimize kar yağıyordu. Kapanış performansı başka türlü kurgulanmıştı belki ama doğa bu kadarına izin vermişti. Ona uyulacaktı, uyuldu. Refika Kadıoğlu’nun komutları eşliğinde: “Barabar, barabar!”
Bu arada Fırtına Vadisi köylüleri doğalarını aktif olarak koruyan bir halk:
Habitat Sergisini gezerken sevgili Işık Güner’in sergisine ev sahipliği yapan eski Çinçiva (Şenyuva) İlkokulu, özelleştirilme tehlikesi altında. Hem köy halkı, hem de Işık Güner, Atölye Moyy Özlem Hanım, Uğur Biryol, Zua Coffee gibi yörenin turizm elçileri bu ilkokul binasının halka mal edilecek bir müzeye dönüştürülmesini arzu ediyor.
Sevgili Uğur Biryol’un Çinçiva İlkokulu hakkındaki instagram paylaşımına yer vermek istedim:
Sene 1920, yer Çamlıhemşin Çinçiva. Hemşin Terakki ve Teavün Cemiyeti adı altında kurulan dernek, dönemin Lazistan mutasarrıflığına müracaat ederek, bölgede bir mektep inşa etmek istediğini, ilaveten geliri mektebe verilmek üzere bir de fırın kurmak gerektiğini belirtmiştir.Cemiyetin amacı, “ Kalkınmak için gerekli olan eğitim işine hizmet, bu maksadın gerçeklemesi için milletin mizacını yüce fikirler ile tenvir ederek, ahlak seviyelerini yükseltmek, eğitim nurlarıyla Hemşin’in her köşesini ziyadar etmek” olarak açıklanmış.
Hemşin Terakki ve Teavün Cemiyeti’nin eğitimle ilgili bu hamlesinin en büyük destekçilerinden biri de kendisi kurucu mecliste vekil olan, Çinçiva köyünden Necati Memişoğlu’dur.Köyün ileri gelenlerini toplayarak, köyde bir okul yaptıracaklarını söyleyen Memişoğlu; ilk olarak dedesi Züfer’den bir kese altın bağış almış, 1911 yılından 1920 yılına kadar da Rüştiye’de öğretmenlik yapmıştır.Döneminin iyi şairlerinden sayılan Mollaveyis köyünden Şükrü Duman, Hemşin Güzellemesi isimli şiirinde Rüştiye’yi şöyle anlatır: “İstanbul’da Dar’ül Fünun yok iken, Hemşin’de Rüştiye kuranlardanız…”
Rüştiye binasından kalan bölüm son fotoğrafta sağda, umarım bir gün hak ettiği değeri bulacak.
Zeynep Atılgan Boneval