TINGIR MINGIR MOĞOLİSTAN YOLLARI – ORHUN VADİSİ
Uzun bir yolculuktan sonra her tarafı dağlar ile çevrili, ortasından geniş bir nehir akan yemyeşil bir ova olan Orhun Vadisindeki Khangai Nuruu Parkına geldik. Yine bir ekolojik kampta kalacağız, neyseki buradaki çadırlarımız kuru ve rutubetsiz, hatta bir karyolamız bile var, yer yatağında değiliz bu gece. Hava kararmadan önce Ulaanzutgalan şelalesini ziyaret edip çadırımıza geri dönüyoruz. Karanlıktan önce tüm düzeni kuruyorum; fener, diş fırçası ve macunu, kulak tıpacı, uyku tulumu ve kitabım hazır.
Yazının fotoğraflarına bakmak için tıklayınız
Akşam yemeği için kampın hemen yanıbaşındaki Moğol bir ailenin çadırına gidiyoruz. Büyükçe bir çadır; solda evin erkekleri, sağda kadınlar, karşıda misafir veya büyükler oturuyor. Sol köşede bir Budist Tanrı heykeli önünde de mumlar, süt, yağ ve votkanın durduğu bir mini – sunak, sağ köşede de aile resimlerinin durduğu bir büfe var yine. 2 sene önceki don felaketinde tüm hayvanlarını kaybetmişler, şimdi bizim kaldığımız eko-ger kampına göz kulak olarak gelirlerini elde ediyorlamış.
Ayrıca hayvanlarından elde ettikleri kaşmir yününü kasabadaki aracılara satıyorlarmış. 2 erkek keçiden veya 3 dişi keçiden 1’er kilogram kaşmir elde ediliyormuş ve de kaşmirin kilosunu 20 USD’ye satıyorlarmış. Tabi kaşmirin işlenerek bize ulaşması sürecinde fiyatlar katlanıyor ne yazık ki. Hep beraber dışarı çıkıyoruz, hemen yanıbaşımızda köpekler oynaşıyor, iki metre ilerimizde atlar otluyor, Moğolistan’da hayvanlar ile birlikte olmayı öğreniyor insan. Adım başı koyun, keçi, at, öküz, yak, deve veya köpekler özgürce dolaşıyor, hatta insanlardan çok hayvanların toprakları burası.
Yemek bittikten sonra günbatımını izlemek için dışarı çıkıyoruz. Moğolistan’da her gün batımı ve sonrası, sürreal bir manzara sunuyor gerçekten. Çimenlere vuran güneşin eğik ışıkları, resmen göz alıcı parlaklıkta bir fıstık yeşili denizi haline getiriyor çayırları. Gökyüzünün parlak mavisi ile yeşilin kontrastı ise iyice keskinleştiriyor manzarayı. Bulutlar sürekli renk değiştiriyor ve bulutlardan aşağıya ışık hüzmeleri akıyor. Günün en büyük keyfi önce gün batımı, ardından da yıldızları izlemek. İşin garibi her akşam hayranlıkla farklı manzaralara şahit oluyoruz, hatta birkaç olağanüstü doğa fenomenine bile denk geldik. Anlayacağınız buranın en popüler dizileri gökyüzünde oynuyor.
Gün batımının harika manzarlarından sonra başka bir göçebe ailenin Ger’ine ziyarete gidiyoruz. Yine aynı oturma düzeni, artık öğrendik yerimizi. Dört erkek çocukları var, anne önce hamur açıyor, baba da hamuru sobanın üzerindeki bir saça koyup pişiriyor. Rehberimiz çevirmenlik yapıyor ve sohbet ediyoruz; çadırları 2 saatte söküp, 3 saatte yeniden kurabiliyorlarmış, kışın çocuklar okula gidebilsin diye kasaba yakınlarındaki alanlara çadırlarını taşıyorlarmış. Düşününce Türkiye’nin 2 katı yüzölçümüne sahip topraklarda, sadece Türkiye’nin 30’da biri nüfus yaşıyor. Ülke o kadar büyük bir alana yayılmış ve de çoğunluğu ya çöl ya da dağlık alandan oluşuyor ki, birçok yere yol, elektirik, okul, hastane götürmek neredeyse imkansız. K ırsal alanda yaşayan halk göçebe alışkanlıklarını ve yaşam stilini bu yüzden korumak zorunda. Yüzden fazla hayvandan oluşan bir sürüleri varmış. ‘Hangi hayvanlarınız var?’ deyince evin kadını deve hariç herşey var bizde dedi. Bulunduğumuz vadinin ortasından dere aktığı için bayağı sulak ve verimli, yazın bile hayvanların rahat rahat otlayabileceği taze otlar bulunuyormuş. Ancak kışın -45 dereceye kadar ulaşıyormuş soğuk. Bu yüzden vadiyi terk etmeleri gerekiyormuş.
Yakları sağmak için dışarı çıkıyoruz. Anne yak önce yavrusunu emzirmeden süt vermiyormuş, yavrunun emzirmesini izliyoruz. Ardından sağma işine girişeceğiz, ancak yakların tüyleri yerlere kadar uzun olduğu için hayvanın memeleri gözükmüyor, bulmak biraz zaman alıyor. Ancak sağmaya başlayınca yaklaşık 1 kilograma yakın süt çıkıyor. Bayağı kıvamlı bir süt. Daha önce 8 yaşındayken Bursa’da bir çiftlikte süt sağmıştım, başta zorlansamda ardından ritmi yakalıyorum ve kova dolana kadar sağıyorum. Yak sütü daha yağlı ve besin değeri yüksek olduğu için bol enerjiye ihtiyaç duyan göçebe Moğollar için biçilmiş kaftan. İstanbul’dan getirdiğimiz kalem, defter, şeker gibi hediyeler verdikten sonra vedalaşıyoruz aile ile.
Ve kampımıza dönüyoruz. Gece uyku tulumu ile yatakta dönerken, kayıp küt diye karyoladan düşüyorum. Elim kolum bağlı uyku sersemi, önce ne olduğunu anlayamıyorum, ters dönmüş böcek gibi çırpınıyorum. Sonra uyku tulumunun içinde olduğumu hatırlıyorum, ve halime gülerek uyku tulumundan çıkıp, tekrar yatağa çıkıyorum.
Ertesi sabah Khangai Nuruu parkındaki bir dağın tepesinde yer alan tapınağa tırmanmak üzere yola koyuluyoruz. Dünyanın unutulmuş bir köşesinde, hiçliğin ortasında, ufacık patika yollarda tek bir araba bile görmeden, dağları aşıp saatlerce ilerledik. Tam bir OFF-ROAD deneyimi yaşıyoruz; bir gün önce yağan yağmurun balçık kıvamına getirdiği yollarda, bir sağa bir sola sallana sallana ilerliyoruz. Tırmandıkça çam ormanlarının arasına giriyoruz, çamların altı ise pembe, sarı, mavi, mor, turuncu renklerde çiçek tarlaları dolu. Artık arabanın çıkamayacağı dikliğe gelince inip kendimiz tırmanmaya başlıyoruz. Serin mis gibi bir hava yüzüme vuruyor, gözlerim sürekli çiçeklerde, daha önce hiç görmediğim bir sürü çiçek türü var, Gülden ile sürekli fotoğraf çekmekten ilerleyemiyoruz resmen. Bir saat sonra tepede kayalara oyulmuş tapınak ve de yanına yapılmış ahşap manastıra ulaşıyoruz. Dağların üzerinden manzara müthiş. Her gittiğimiz yerde farklı bir coğrafya sundu Moğolistan bize, Gobi’nin kurak ve dümdüz sonsuzluğunun aksine burada çam ormanları ve ardından yemyeşil otlar ile kaplanmış yükselip alçalan tepeler ve en ileride yüksek dağlar manzaramız.
Manastırda yer alan resimlerde ve de Moğol bayrağındaki renklerin bir anlamı var mı diye sorduk. Mavi gökyüzünü, yeşil yeryüzünü, kırmızı ateşi, turuncu bereketi ve de beyaz sütü temsil ediyormuş. Ayrıca yıllardır bildiğim ‘Yin Yang’ işaretine dair yepyeni birşey öğreniyorum. Herşeyin ancak zıttı ile varolabileceğini, hayatın bir döngü olduğunu, iyilik varsa ancak kötülük, doğru varsa ancak yanlış ile birlikte olabileceğini anlatan bu desen, ayrıca bir yuvarlak içinde birbirinin peşinden giden iki balığı tasvir ediyormuş. Neden diye sorduğumuzda ‘balıklar uyumaz, hep korur’ diyor rehberimiz.
Tepedeki kayalara tırmanıp manastırı da içine alan manzaraların tadına vardıktan sonra aşağı iniyoruz ve arabamıza atlayıp yine yollar dökülüyoruz. Koca koca bulutlar etrafı karanlığa boğuyor ve ardından bir dolu yağmuruna tutuluyoruz. Bezelye büyüklüğündeki dolu taneleri o kadar şiddetle çarpıyor ki arabaya, durmak zorunda kalıyoruz. Bir dakika içinde her yer bembeyaz bir dolu tarlasında dönüşüyor. Neyse beş dakika boyunca bu inanılmaz doğa olayını izledikten sonra dolu kesiliyor ve hiçbirşey olmamış gibi yola devam ediyoruz. Alıştık artık ani değişikliklere.
GÖKTÜRK ANITLARI
Dağların arasında saatlerce yol aldıktan sonra, yine düz ve açıklık alanlara çıkıyoruz.
Genişlik, ferahlık, boşluk ve özgürlük duygusu hakim manzaralara. İyiki var buralar diyorum. İnsanoğlu doğaya hükmetmeye çalışadursun, binlerce kilometrekarelik zamansız manzaralar ile Moğolistan, adeta doğanın bir direniş köşesi.
Khushuu Zaidam müzesine ulaşıyoruz. Kültigin ve Bilge Kağan’a dair MS 700’lerden kalma yazıtlar, ilk Türk alfabesi ile yazılmış edebi eseler. İlk Türk yazıtlarını görünce gurulanıyoruz. 500-700 yılları arasında bu topraklara hükmetmiş Türkler, 700’lerin başında en geniş sınırlara ulaşmışlar. Kağanları tasvir eden heykeller, birçok sunak ve de mezar taşının olduğu müzeyi birkaç saat boyunca dolaşıyoruz. Atları ve kendileri için mezar taşlarını ilk dikenler Türklermiş. Aslında bir ‘fallik’ sembol olan mezar taşı, ‘yıkılmadım, dimdik ayaktayım’ demenin imgesel tasviriymiş. Sembolizme meraklı batılılar için bu anıt mezarlar çok önemliymiş. O dönemde Şamanist olan Türklerin inanış ve ritüellerini soruyoruz: Şamanik inanca göre kendilerini doğanın efendisi değil bir parçası olarak gören eski Türkler, doğa ile uyum içinde yaşama prensibini benimsemişler. Bu dünya ve öbür dünya arasında aracı olan iyileştirici şamanlar, şifa seanslarında trans durumuna geçiyorlarmış, hatta trans halleri 6 saate kadar sürebiliyormuş.
Yollara dökülüyoruz ve uçağa binmek üzere şehre gidiyoruz. Uçaktan inip gün batımında Ugii Nuur gölü kıyısındaki kampımıza ulaşıyoruz. Ve Moğolistan yazımın girişinde yer alan, doğayla bir olduğum, bütünleştiğim kutsal anı yaşıyorum burada:
Gün batımı vaktinde bir platonun ucunda oturuyorum,
Aşağıdaki uçsuz bucaksız vadide kilometrelerce yemyeşil bir çimen denizi uzanıyor, Ufukta alçalıp yükselen dağların tepeleri çamlarla bezenmiş,
Taa uzaktan kıvrıla kıvrıla yaklaşan bir nehir masmavi parlayarak akıyor,
Gün boyunca özgürce takılmış hayvanlar dönüşe geçmişler, vadiden yukarı tırmanıyorlar,
Koyun ve keçi sürülerinin ortasında yavru oğlaklar ve kuzular oynaşıyor,
Sonra annelerine koşan yavruların sevinç meelemeleri tüm sessizliği yararak çınlıyor,
Uzakta bir atın üzerindeki çoban, yarı vahşi at sürüsünü tırmanmaları için yönlendiriyor,
Ucunda oturduğum kayaların altından iki sincap kafalarını çıkartıp, varlığımın güvenli olup olmadığını kontrol ediyor, ve hareket etmediğim için oynamaya koyuluyorlar,
Kekik kokuları hafifçe esen rüzgar ile önce burnuma sonra içime doluyor,
Az ileride 8-9 yaşlarındaki çocuklar, yarışa hazırladıkları atlarını, şarkılar söyleyerek döndürüyorlar.
Yanlarında 2 çocuk güreş tutmuş, biri siyah biri boz iki köpek ise onlara havlıyor.
Arada kuşların cırcır böceklerinin sesleri ya da arıların vızıltıları duyuluyor.
Güneş az önce battı.
Gökyüzündeki bulutlar parlak turuncudan pembeye dönüyor.
Güneşin battığı tepenin üzerinden mavi ve mor ışık hüzmeleri gökyüzüne yükseliyor.
Uçsuz bucaksız, alabildiğine manzaranın ortasında, sanki dünyanın göbek deliğinde huzurla oturuyorum.
Herşey mükemmel, doğa tam dengede.
Tüm duyularım ile sadece o andayım, hiçbir düşünce yok aklımda.
Tüm algılarım tatmin olmuş, ruhum dingin ve huzurlu bir doygunluk içinde.
Sanki zaman duruyor, doğa içimden geçiyor ve ben onula bir oluyorum.
Kendimi ağırlıksız, özgür ve sonsuz hissediyorum.
Herşeyi içime çekiyorum ve şükrediyorum.
Ne bir eksik ne bir fazla, işte sonunda Moğolistandayım…
YOLCULUKTERAPİSİ MOĞOLİSTAN YAZI VE FOTOĞRAFLARI:
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan1/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan2/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan3/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan4/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan5/
Yazının başına dönmek için tıklayınız
Zeynep Atılgan Boneval