Khustain Nuruu Doğal Parkı ve Prezewalski (Takhi) Atları
Akşamüstü Prezwalsky atlarının koruma alanı olan doğal parka vardık. Gittiğimiz her yere yağmur götürüyoruz gibi duruyor. Parkta bugi bugi gibi yükselip alçalan bir yeşillik denizi bizi karşıladı. Tepeciklerin üzerinden taptaze ve yemyeşil otlar aşağı doğru akıyordu. Rehberimiz ‘yağmurda atlar aşağıya inmez’ demişti, ancak biz şanslıydık ve 4 adet 65 kormozomlu bu çok özel atlar bizim için yolun kenarına kadar inmişti. Normal atlardan daha kısa ve küçük, daha açık renkli (sarı – boz) ve de yeleleri daha kısa olan bu atların kökleri Moğolistana dayanıyormuş. Nesli tükenmek üzere olan bu atlar sadece bu parkta yaşıyormuş. Zamanında Avrupa’daki hayvanat bahçelerine götürülen atların sonuncusu 1923’de ölmüş. İşte bu yüzden ülkede geriye kalan son 20 Prezewalski (Takhi) Atı, bu parkta nesillerinin devamı sağlamak için koruma altına alınmış ve çiftleştirilerek çoğaltılmış.
Atları seyrettikten sonra ekolojik kampımıza doğru şakır şakır yağmurun altında ilerledik. Ahşap ayaklar üzerine kurulmuş 8 adet çadırın yanına yaklaştık. 100 kilometrekare boyunca bizden başka kimse yok gibi duruyordu. Çadırda sadece iki yer yatağı ve bir sehpa vardı, yerlerin yarısı ıslaktı ve de şilteler nemliydi. Dışarısı 6-7 dereceye düşmüştü, ve de bu yağmurda sobada yakacak odun bulunması pek mümkün değildi. Bu sebeple tezek yaktık. Tezek çok hızlı yandığı için sürekli eklememiz, ancak çok olmadığı için de idareli kullanmamız gerekiyordu. Rehberimiz ve şöförümüz yanlarında getirdikleri küçücük taşınabilir ocakta harika bir çorba yapmışlardı. Tüm imkansızlıklara rağmen hazırlanmış bu leziz çorba soğukta bizim için çok değerliydi. Onu içtikten sonra fenerlerimizi yakıp, dışarıda ahşap bir kulübeciğin içindeki tuvalete gittik, ardından fenerleri sehpaya koyup uyku tulumumuz açtık, sobaya birkaç tezek ekleyip, tulumun içine girip yattık. Mumya gibi sarmalanmıştık ve inşallah sabaha kadar sıcaklık idare edecekti. Sabah pırıl pırıl bir güneş ve muhteşem bir gökyüzüne uyandık.
KARAKORUM’DA MOĞOL BUDİZMİ İLE TANIŞMA
Güneşle parlayan vadinin tamamı bize aitti, manzaraları seyrederek yaptığımız kahvaltının ardından tekrar yollara koyulduk. Bu sefer tepelerdeki taze çimenlerin yeşil rengi, göz alıcı fosforlu bir parlaktaydı.
7 saat boyunca yolculuk yaptıktan sonra bir tapınak ve manastır kompleksine ulaştık. Normalde çok uzun gelecek bu yolculuğu hiç şikayet etmeden, neredeyse hiç konuşmadan, huzur içinde yapmış olmamız hayret vericiydi, Moğolistan bizi yola getiriyordu belli ki!
Kökleri Cengiz Kağan dönemine dayanan Budist Erdene Zuu manastırı, 15. yy ila 17.yy arasında yapılan binalar ile dev bir tapınak kompleksine dönüşmüş, ve bir dönem ülkenin başkenti olmuş. Ancak komünist dönemde tapınakların ve binaların çoğu yıkılımış. Bu arada biraz daha tarihe dalıyoruz: 1920’de Rusya’nın desteği komunist rejime geçen Moğolistan, 70 yıl boyunca dünyadan kopuk yaşamış. Bu süre zarfında Budizme ait çoğu tapınak ve manastır yıkılmış, dini gelenek ve görenekler ve de Şamanizm’e ait ritüeller engellenmiş, Budizm adeta budanmış. Tam köklerini unutma aşamasına gelmişken 1990’da demokrasiye geçilmiş, son 20 yılda manastırdaki binaların bir kısmı ve etrafındaki 108 stupa renove edilmiş.
Moğolistan’da Budizm Asya’nın diğer ülkelerinden biraz farklı yaşanıyor. Budizmi kendi yaşam koşularına göre adapte etmişler sanki; neredeyse hiç tarım olmadığı için hayvan kesmek ve et yemek serbest, toprak bolluğu olduğu için ölülerini yakmak yerine gömüyorlar, erkek nüfusu az olduğu için budist rahipler evlenebiliyor, pirinç yerine sunaklarda votka, kımız veya ayrak görüyorsunuz.
Tuwkhun manastırını da ziyaret ettikten sonra yeni kampımıza gidiyor, sıcak oda, temiz yatak, ve de sıcak duşun varlığına şükrediyor ve yemekten hemen sonra deliksiz bir uykuya dalıyoruz. Sabah uyanıp, kampımızın hemen yanıbaşındaki tepeye tırmanıyoruz. Önümüzde kıvrıla kıvrıla akan nehir, ardında evlerin kırmızı, kavuniçi, mavi, yeşil, pembe ve mor damları, ve de ufukta yükselip alçalan tepelerde yer alan çam ağaçları ile, küçük bir İzlanda kasabasını andırıyor manzara. Manzarayı izleyerek tırmanıp, tepede yer alan anıta ulaşıyoruz: 3 tarafı Hunlar, Türkler ve Cengiz Kağan dönemlerinde Moğolistan sınırlarını gösteren mozaikten haritalar, ortasında ise dev bir OWO var. Dua bayrakları ile süslü taş yığınları olan OWO’lar Moğollar tarafından kutsal sayılıyor ve de ziyaret edenler OWO’ların etrafında dönerek, kendileri de taş atarak dilek diliyorlar. Araba ile giderken yol kenarında gördüklerinde ise mutlaka korna çalıyorlar.
Bir süre sonra tepede rüzgar neredeyse 9 bofora kadar ulaşıyor. Artık zar zor yürüyebiliyoruz, hatta kollarımızı açıp kendimizi rügara karşı bıraktığımızda neredeyse 35 dereceye yatabiliyoduk. Aşağıya indikten sonra tekrar yola koyuluyoruz. Bir saat sonra yine bildiğimiz yollar kalmıyor, patikalardan ine çıka, dere tepe düz gidiyoruz. Manzaralar yine harika, yemyeşil otlar, sarı çiçekler, adım başı bir atmaca ya da kartal bizimle. Arada birkaç kasabadan geçiyoruz ve de motorsikletlere binen erkekler görüyoruz, Gobi’deki atların yerini burada motorlar almış. Tüm benzinciler ve marketler de ise bayanlar çalışıyor, bizim ülkedeki gibi burada da erkekler kahvede kadınlar işte.
YOLCULUKTERAPİSİ MOĞOLİSTAN YAZI VE FOTOĞRAFLARI:
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan1/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan2/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan3/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan4/
- https://www.yolculukterapisi.com/mogolistan5/
Pingback: Yolculuk Terapisi | Yolculuk Terapisi