MOĞOLİSTAN – BÖLÜM 2

 

Uçsuz Bucaksız Gobi Çölü – Adeta bir Doğa Belgeseli

 

Ardından yine yollara koyulduk, ve muhteşem manzaralar eşliğinde 3 saat ilerledik. Yol kenarında tek tük develer, atlar ve keçiler otluyordu. Tüm yol boyunca ancak saatte bir arabaya rastlıyor, yarım saatte bir de tek başına bir ‘Ger’ görüyorduk. Çölün büyüklüğü ve yoğunluğu karşısında herşey o kadar ufak ve seyrekti ki, onun  sonsuzluğunu delebilecek, uçsuz bucaksızlığında gerçekten göze çarpabilecek hiçbirşey yoktu. Arada bulutların arkadsndan çıkan güneş, kısacık sarı otları altın sarısı parlatıyor, 7-8 bofor esen rüzgar ile otlar sanki dümdüz bir halıya dönüşüyordu.  Yolumuz üzerinde yer alan Three Camel’s Lodge’da bir mola verdik. Çölün ‘Four Seasons’ ı olan bu kampta, 5 gündür diyetimiz olan çiğ ve pişmiş lahanadan başka bir yiyecek ve de yanında diet kola bulabildiğimiz için kendimizi çok şanslı sayarak iştahla bir öğle yemeği yedik. Arkasını bir tepeye yaslamış kamp harika manzaralara karşı konumlanmıştı, sallanan koltukta kahvelerimizi içtik, ardından milattan önceden kalma kaya resimlerine bakmak için yürüyüşe çıktık.

 

 

 

Keşif gezimizin ardından yüksek bir tepede  bir kayanın üzerine oturup manzarayı seyretmeye koyulduk. Rüzgar gittikçe artıyor yer yer 8 bofora ulaşıyordu, resmen bulutların gökyüzünde hızla kayışlarını aşağıya vuran gölgelerinden takip edebiliyordum. Sanki bulutlar bizim için bir geçit töreni düzenlemişti. Yarım saat boyunca, rüzgarın ve savrulan otların sesi ve de içime dolan mis gibi kekik kokuları eşliğinde, hızlandırılmış bir doğa belgeseli gibi akan manzaranın tadına vardım.

 

 

Göçebe Moğolistan Kültürü

Yine 2 saatlik bir yolculuktan sonra kampımıza vardık ve de yakınlardaki bir göçebe ailenin çadırını ziyaret etmek için hava kararmadan yürüyerek yola koyulduk. Çadırdaki kesif yağ ve et kokusu, ve bize ikram ettikleri kaynamış sütün görüntüsü Gülden’i bitirdi. Ben nezaket ile sütten bir yudum aldım, ancak daha fazlası mümkün değildi. Ufacık çadırda anneanne-dede, baba-anne ve 4 çocuk birlikte yaşıyordu. Çadıra girdikten sonra karşıda aile büyüklerinin yeri, sağda çocukların ve annenin, sol tarafta da misafirin döşeği, sol köşede ise Buda heykeli önüne sunulmuş votka ve arak yer alıyordu. Ortada da soba ve üzerinde yemek pişirilen tencereler vardı. Rehberimiz ailenin 3 aydır burada olduğunu, yavaş yavaş başlayan kuraklık sonucu hayvanlar için taze ot kalmadığını, yarın tekrar yola çıkacaklarını aktarıyor. Bize çevirmenlik yapan rehberimiz sayesinde sohbet sohbeti açıyor ve birkaç gece önce yaşadığımız çadır maceramızı anlatıyoruz, ve kibarca Moğolların neden bu kadar çok içtiklerini soruyoruz. Anladığımız kadarı ile Moğollar, tüm ülkede hüküm süren zalim soğuklara ve bunaltıcı sıcaklara dayanabilmek için bir yandan gülmeyi, konuşmayı hatta bağırmayı alışkanlık haline getirmişler diğer yandan da her gün su gibi votka ve kımız içiyorlamış. Ancak göçebeler şehirlilerden biraz farklıydı. Şehirliler sunulan ‘elma’ ya kandıkları ve de göçebe ruhlarını terk ettikleri için bir boşluk içine düşmüş gibilerdi.

 

Sanki bir türlü dolduramadıkları boşluğu ümitsizce yiyerek ve alkol alarak doldrumaya çalışıyorlardı. Onlar gerçekten göbekli ve şişmandı. Buradakilerin de vücutları zorlu ve değişken hava şartlarından korunmak için yağ bağlamıştı ancak bu şişman oldukları anlamına gelmiyordu. Sürekli hareket halinde oldukları için kendileri ile birlikte gezen hayvan sürülerinden elde ettikleri hayvansal besinler ile besleniyor, bol protein yedikleri için de güçlü kalıyorlardı. Ayrıca göçebeler her zaman hava şartlarına karşı tetikte olmaları gerektiği için kendilerinden geçecek kadar çok içmiyorlardı hiçbir zaman. Peki şehirde yaşamak ister misiniz diye sorduğumuzda, ‘asla’ diye cevap verdiler. Şehre ‘hapishane’ diye lakap takmışlar. ‘Sürekli aynı yerde dip dibe yaşayarak tüm özgürlüğümüzü kaybetmek istemeyiz’ dediler. Göçebeleri şehirlilerden daha çok sevdiğimiz ve de takdir ettiğimiz kesindi. Bunu söylediğimiz de gururla güldüler.

 

Dönüş yolunda rehberimiz ile son 40 yılı konuşuyoruz biraz. Kesinlikle komünist düzeni daha adil buluyor ve daha çok tercih ediyor. Ülkede bir anda başlayan açık pazarı ve  rekabet için gerekli ortam ve altyapılar hazır olmadığı için, herşey yolsuzluk, rüşvet ve adam kayırma  gibi usulsüzlükler ile gerçekleşmiş. Ve de azınlık bir kesimi zengin olurken, çoğunluk fakirleştirmiş. Gelir dağılımındaki adaletsizlik fakir ile zengin arasında uçurumları iyice açmış. Komunist dönemde herkese tüm yiyecekler ve malzemeler eşit dağıtılırken, yeni dönemde torpilli olan ya da rüşvet verenler pastanın çoğunu kapmış. Herşeyin özelleştirilmesi ve de enflasyonun artmasından en çok ıstırap çekenler ise kırsal alanda yaşayan göçebe nüfus. İşte bu yüzden kesinlikle eski düzeni tercih ediyor, ancak tabi ki artık iş işten geçmiş, ülke resmen yabancı yatırımcılar ve de azınlık bir zümre arasında parsellemiş.

 

 

Yıldızların Geçit Töreni

Döndüğümüzde hava kararmıştı bile, ve de 20-30 yıldız alacakaranlıkta belirmişti, yemekten sonra dışarıda biraz oturup yıldız avına çıkalım dedik. Bir saat sonra altımıza birer minder alıp tepemizdeki gökyüzünü seyre daldık. Işıl ışıl yıldızlar kocaman ve inanılmaz parlaktılar. Ve de gerçekten çok yakındaymış gibi duruyorlardı. Biraz sonra etrafımız 360 derece yıldızlar ile çevrelendi. Sanki görünmez bir el, yıldızlar ile kaplı gökkubbeyi tepemize kapatmıştı. Tepemiz, sağımız, solumuz, arkamız, ufukta gözüken her yer tamamen karanlığı delerek pırıl pırıl parlayan irili ufaklı yıldızlar ile doluydu. 

 

Normalde toz bulutu halinde gözüken samanyolunda bile nokta nokta yıldızlar seçilebiliyordu.  Yıldız ordusunun içinde yer alan kocaman bir yıldız sanki gökten yere düşecekmiş gibi hızla kaydı, ve de aşağılara doğru inerken kırmızı bir aleve dönüştü, Sürreal bir manzara yaşıyorduk. Binlerce yıl önce –elektiriğin keşfedilmeden- insanoğlunun geceleri gökyüzünün ihtişamı karşısında, hissettiği şaşkınlığı, doğaya duyduğu hayranlığı ve de doğa karşısındaki çaresizliği tüm ruhumda hissettim o akşam. 

 

Sabah uyandık ve yeni kampımıza yola çıktık, rüzgar hala 6-7 bofor şiddetle esiyordu, ve gökyüzü yine pırıl pırıldı. Yolda ilerlerken bir akşam önce ziyaret ettiğimiz aileyi göç halinde gördük. Demonte ettikleri çadır ve eşyaları at arabasına yüklemiş ilerliyorlardı. Koyun, keçi ve inekleri de peşlerinden geliyordu.

 

Moğollar tanıştığım en özgür ve bağımsız, en kendi kendine yeten topluluk diye düşündüm. Tek bir çadıra sığacak kadar az olan eşyalarını, bir at arabasına yükleyip, istedikleri zaman istedikleri yere gidebiliyorlardı. Sahip olma kavramından o kadar uzaklardı ki…  Zaten aslında düşününce, bizim ‘yersiz yurtsuz’ diye nitelediğimiz göçebeler, aslında tüm topraklara sahip değil miydi?..  Ve de bizler gibi evlere, arabalara, eşyalara bağımlı olmadan, doğayı özgürce yaşıyorlardı. Sürekli hareket halinde oldukları için o kadar esnek ve dayanıklı hale gelmişlerdi ki, hem farklı yerlere çok kolay adapte oluyor, hem de soğuk, sıcak, fırtına, sel, don veya kuraklık gibi koşullara karşı dayanıklı kalabiliyorlardı. ‘Dünya çapında doğal bir felaket olsa, en kolay ayakta kalacak topluluk herhalde Moğol göçebeleridir’ diye geçirdim aklımdan.

 

 

 

YOLCULUKTERAPİSİ MOĞOLİSTAN YAZI VE FOTOĞRAFLARI:

 

 

Yazının başına dönmek için tıklayınız

Zeynep Atılgan Boneval

1 comment

  1. Pingback: Yolculuk Terapisi | Yolculuk Terapisi

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir