19 Mart 2025
Öncelikle Mesajlarınız için Gönülden Teşekkürler
Ocak ayında 1.5 senelik pre-menopoz sürecimi paylaştığım ‘ Bir Menopoz Yolculuğu Güncesi ’ni yayınladıktan sonra, beklemediğim bir etkileşim yaşadım. Güncem tahminimim ötesinde on binlerce kişiye ulaştı. Menopoz ve pre-menopoz sürecinden geçen, veya geçmişte geçirmiş olan ya da yakınlarını gözlemlemiş/gözlemleyenlerden binlerce mesaj aldım.
3 Kasım 2023 gecesi- 31 Aralık 2024 arasındaki Menopoz Yolculuğu Güncemi okumak için: https://www.yolculukterapisi.com/bir-menopoz-yolculugu-guncesi/
Herkes ‘menopoz konuşulamaz’ tabusunun yıkılması adına bir ışık gördükleri için çok umutlu,
‘paylaşılmaktan çekinilen’i paylaşmış olduğum için yüreklendirici,
güncemin satırlarında yaşadıkları problemlerin yansımasını okudukları için duygudaşlık dolu,
daha önce kendilerinde veya annelerinde ya da eşlerinde (evet erkekler bile okumuş!) anlayamadıkları fiziksel ve duygusal değişimleri şimdi tanımlayabilip anlamlandırabildikleri için iç huzurlu, kendilerine ses olduğum için minnet dolu idi.
Kimisi kişisel paylaşımlar içeriyordu, kimisi sorular soruyordu, kimisi yeni bakış açıları getiriyordu, ve her biri çok içten, samimi ve değerli mesajlar oldu benim için.
Ben de cesaretimi toplayıp tüm deneyimlerimi dürüstçe paylaşabildiğim, okuyanlar ile bir bağ kurabildiğim, birbirimize dokunabildiğimiz, dayanışabildiğimiz için gerçekten çok mutlu ve minnet dolu hissettim kendimi.
Peki son 3 ayda neler oldu?
İşin doğrusu HRT tedavisi ile tamamen yok olacağı ya da en azından epey hafifleyeceği söylenen gece terlemeleri ve de dolayısı ile bölünen gece uykuları konusunda yeniden alevlenen bir süreç yaşadım.
Ölçeklendirmek adına; en başlarda gece terlemeleri 100 birimdiyse, yaz sonu ve sonbaharda 50-60’lara gerilemişti ancak Aralık sonundan itibaren yeniden hararetlenerek 80’lere, kimi gecelerde 90’lara ulaştı.
Bunun sebebi kış olduğu için bir pijama ve yorganla yatıyor olmak olabilir diyerek daha inceleriyle yer değiştirdim.
Geceleri huzurlu uyuyabilmek için yatmadan önce meditasyonlarıma özen gösterdim.
Uyandığım zamanlarda düşüncelerimi uykudan uzaklaştıracak şekilde, kalkıp bir dolaştım veya kitap okudum.
Ve çok sık gece terlemesi yaşasam da ve geceleri 8-9 kez uyansam da, yeniden uykuya dalmam en azından eskisi gibi uzun sürmedi.
Belki semptomlarım HRT ile yine de bir hafifleme yaşadığı için, belki de bu konuyu takıntı haline getirmeyecek bir zihin haline gelebildiğim için.
Gerçekten menopoz süreci ile birlikte gelen zorlukları kabullendiğimi hissediyorum; içinden geçtiğim bir evre, başka türlüsü mümkün değil ve ne yaşanacaksa yaşanacak. Sadece içinden geçilip yola devam edilecek bir deneyim.
Ve aldığım kararlar ile bu deneyimin kurbanı olmamayı seçtiğimi görüyorum.
Evet en başta o kadar büyük bir değişim ve zorluktu ki ‘büyük bir problem’, ‘bitmeyen bir kabus’ gibi görmüştüm, savaşmaya çalışmıştım.
Ancak kısa bir sürede adapte olup, önce anlamaya çalışıp, bolca okuyup öğrenerek, sonra duygularımdan kaçmayıp onları yazıp kabullenerek, sonra da paylaşma cesareti göstererek aslında kendi psikolojim ve dolayısı ile fizyolojim için ne kadar iyi bir şey yapmışım.
Evet doğru bu süreç çoğu kadına oranla benim için çok daha zorlu ve engebeli geçiyor.
Geçmişe dair, tüp bebek süreçleri, kayıplar, operasyonlar, anne olamama gibi birçok yarayı yeniden deşip gündeme getirdi.
Sadede fizyolojik olarak beyin sisi, duygu değişimlerinin yanı sıra birçok psikolojik travmayı alevlendirme potansiyeli oldu.
Sürekli yakınıp, dert yanabilirdim.
İşte bu süreçte hayatımda ilk defa kendi kıymetimi bilebilmeyi öğrendim.
O kadar sarsıcı olduğu ki semptomlar önce kendimi korumam, kendime iyi bakmam, iyi davranmam ve ortalığa saçmamam gerektiğini hissedebildim.
Önce kendimin geldiğini, kendime ayıracağım zamanı başkalarına ayırmamama gerektiğini, ve başkalarından da beni iyileştirmesini beklememeyi öğrendim.
İlk defa kendime annelik, ablalık, sırdaşlık ve şefkat gösterebildiğim bir yaklaşım geliştirebildim.
Yani ilk defa kendi kendimin kabilesi olup, yeterliliğimi deneyimleyebildim.
Şikayet etmek yerine Menopozu bir öğrenme, büyüme ve paylaşma deneyimi haline getirebildiğim her adımın, olanı olduğu gibi kabullenme, istediğim tercihleri oldurmaya çalışmama, baskı ve basınç uygulamama, beklenti ve tercihlerden yavaş yavaş sıyrılma, yani sakinleme, olaylara daha geniş bir perspektiften bakma ve olgunlaşmamda yeni bir adım hissediyorum.
O güzel sözün ne demek istediğini yavaş yavaş kavrayabiliyorum: “acı kaçınılmazdır, ancak ızdırap çekmek seçime bağlıdır – Pain is inevitable, but suffering is optional’.
Geçmişten Özgürleşme Adımlarının İç Dünyama ve Bedenime Olumlu Etkilerinin Nasıl Şahidi Oldum?
İşte Menopoza değişen yaklaşımım sayesinde yukarıda bahsettiğim zihin haline doğru evrilmemin, bundan sonra anlatacağım deneyimleri ve farkındalıkları yaşamamda nasıl faydalı olduğuna bizzat şahit oldum. Yani içsel mühendisliğin bedendeki sıkıntıları dönüştürebilme potansiyelinin yaşayan bir örneğiyim.
Yeniden Artan Menopoz Semptomların Nasıl Düşüşe Geçti?
Geçen aylarda artan gece terlemelerimin sebeplerine. Bir sebebi yılbaşı ve doğum günüm sürecinde bol kutlamalı, bol yemeli ve içmeli geçen süreçler yaşamış olmam olabilir? Her ne kadar kilomu korumayı başarmış olsam da beslenme kalitesi ve artan kırmızı şarap oranı, bedenimin dengesini bozmuş olabilir.
Ardından da 5.5 hafta süresince yurt dışında sürekli yer değiştirerek (kimi zaman her gece) bir yolculukta olduğum için yanımda epeyce yer kaplayan ve kapağı sürekli açılan östrojen jeli taşımamak adına 4 hafta östrojen bantı kullanmış olmam olabilir?
Ancak yaşadığım çok enteresan ve uyandırıcı deneyimler ve de psikolojimdeki etkileri ile bu semptomlarımın artık çok azaldığını söylesem size?
Bedenimin tepkilerinin, dışarıdan uyguladığım tedavinin yanı sıra, zihnimdeki açılım ve değişimlerle de ilgili olduğuna bizzat şahit olduğum deneyimimi anlatacağım.
Dikkat: Sadece Menopoz hakkında teknik bilgi arayanlar için uzun bir hikaye ve psikolojik içerik paylaşıyorum buradan sonra. Bu konulara girmek istemeyenleri baştan uyarıyorum 😊
Ancak gerçekten iç dünyamızda karanlıkta kalan alanlara ışık tutabilmek, insana iyi geliyor. Bizi derinde üzen, hayal kırıklığı yaşatan, eksiklik hissettiren, korkutan, ızdırap çektiren tetikleyicileri fark etmek, hiç farkında bile olmadığımız otomatik savunma mekanizmalarının aslında zihnimizi, psikolojimizi, söylemlerimizi, davranışlarımızı, yani hayatımızı nasıl bulandırdığını görmek, bu tetikleyicilerin nereden doğduğunu bulmak ve bu düğümleri çözmek için adımlar atmak büyük bir rahatlama, ferahlık sağlıyor. Hem insanın psikolojisine hem de bedenine.
Geçmişle Yüz Yüze…
Ocak 20- Şubat 24 arasında uzun bir Amerika yolculuğu yaptık eşimle. Rotamız Colorado’da kayak, California’da doğa, sahil ve şehirleri kapsayan bir sürüş yolculuğu ve de Miami’yi kapsıyordu.
30 yıl önce Kaliforniya’da okuyup çalıştığım bir 2.5 yıldan sonra, iş için en son 23 yıl önce Kaliforniya’ya gelmiştim.
Ve yıllardır yolculuk ve keşif tercihlerimi Afrika, Asya, Pasifik, Orta veya Güney Amerika’dan kullandım ve genel olarak ABD’den uzak durdum diyebilirim. Bana soranlar hep ‘çok yapay geliyor bana’ diye bir açıklamam da vardı.
100 ülke keşfinden sonra eşim ‘Hiç Kaliforniya’yı görmedim, gidelim mi? dediğinde de ilk aklıma gelen soru: ‘neden?’ oldu.
Benim için sahte bir dünyayı, adeta bir film setini temsil ediyordu ABD.
Ancak gittikten sonra benim için bu yolculuğun aslında çok önemli bir çağrı ve yüzleşme olduğunu fark ettim. Sarsıcı ancak dönüştürücü gücü sebebiyle şu anda iyi ki gitmişim diyorum ve minnettarım.
Macera dolu Amerika-Bölüm 2: Tuttuğum Nefesi Bırakma ve Rahatlama
Zaman akışının dışına çıkıp mutlu sonla başlayarak anlatmak istiyorum deneyimlerimi. Sanki hepimize daha iyi gelecek.
Yıllar önce, sokaklarında ve plajlarında defalarca yürüdüğüm, yollarında araba kullandığım Kaliforniya şehirleri ve sahilleri, özellikle de evim hatta yuvam dediğim San Diego’ya 30 yıl sonra yeniden gitmek inanılmaz duygular uyandırdı bende.
30 yıl önce güneşi batırmak için hep gittiğim ve şehirde en sevdiğim plaj olan Pacific Beach’de kumsalda yürürken adeta doğa üstü bir deneyim yaşadım.
Adeta zaman büküldü ve geçmişimle ‘yüz yüze’ gelme şansı buldum.
Sanki kumsalda yürürken, 20 yaşındaki Zeynep’in ayak izlerinden ilerleyip, onun içimde yeniden canlandığını hissettim. Hayata karşı hevesli, heyecanlı, içi pır pır;
‘gelecek nasıl olacak? Acaba doğru yolda mıyım? Acaba hayat önümde nasıl açılacak? Acaba hayallerim gerçek olacak mı? Acaba mutlu olacak mıyım?’ sorularını soran gencecik Zeynep sanki oracıktaydı.
İşte o an inanılmaz bir deneyim yaşadım.
Önce heyecanları, hayalleri, kaygıları, hevesleriyle genç Zeynep’e karşı inanılmaz bir şefkat doğdu içimde.
Ardından bugünkü beni, genç Zeynep gözüyle gördüm…
Kalbimde ‘Güzel olmuş be Zeynep’ diye müthiş bir rahatlama, hafiflik ve sevgi hissettim.
30 yıl film şeridi gibi aktı gözümden, sanki geçmiş ve gelecek hepsi bir anda şimdi oldu; önce ve sadece hayatta olmanın mutluluğunu fark ettim.
Ardından müthiş bir rahatlama, ferahlık, iç huzuru ve genişleme hissettim.
Yaşadığım zorluk, iniş, çıkış ve kayıpların sadece birer büyüme adımı olduğunu, bunların yanı sıra ne kadar mutlu ve sevgi dolu ‘an’ımın olduğunu, ve hepsinin bir olduğunu sanki gözlerimin önünde gördüm aynı anda.
Hata yapmaktan korkan, her şey düzgün olsun diye hep çabalayan, sürekli zamanı kollayan, planlayan, kontrol etmeye çalışan, koşan, başkalarının gözünde onay, alkış ve sevgi arayan Zeynep’i gördüm.
Zorlansa da hatalarından, başarısızlıklarından ders alıp, yılmayıp ve her ne olursa yolda hevesle yürümeye devam eden Zeynep’i de gördüm.
Hep merak eden, keşfetme arzusu hiç eksik olmayan, duyguları fazla iniş çıkışlı coşkusu ve cesareti de, beklentisi ve alınganlığı da zaman zaman gereksiz alevli Zeynep’lerin hepsini gördüm.
Ve sonra hepsi sanki bir anda bu ana çözülüverdi, sakinledi, duruldu, içtenlikle ‘hayat önümde ne güzel açılmış’ diye hissettim.
Ancak bana özel bir ‘güzellik’ gibi değil de, zaten olan her şey olması gerektiği için yaşanmış, ve tüm zorlukları da güzellikleri de ‘bir’ yol belirlemiş gibi ferahlatan, hafifleten, iç huzuru veren bir bütünleşme anının güzelliğiydi bu.
Hep hata yapmaktan korkan Zeynep’e, aslında hayatta hata diye bir şey olmadığının farkındalığı ile sarıldım ilk defa.
Şöyle bir ‘oh be’ dedim. Sanki uzun zamandır – 30 yıldır- içimde sımsıkı tuttuğum bir nefesi vermenin rahatlaması.
Korkacak bir şey yok! (bunun anlamını birazdan açıklayacağım) Güvendesin! Ve hayat yolunu buluyor!
Sanki hayata ve kendime dair güven duygum ve inancım tazelendi, ne kadar şanslı olduğunu düşünüp şükrettim. Bu güven ve şans duygusu evrenden torpilli olmaya dair bir güven ve şans değil de sadece bu evrende bir can olarak, hayatın akışına duyulan bir güven ve canlı olmanın şansına duyulan bir minnet gibiydi.
Kelimeler bu iç rahatlamasını tarif etmede yetersiz kalsa da, elimden geldiğince ifade etmek istedim ki.
Çünkü yılların alışkanlık enerjisiyle, yeniden telaşa kapılabilirim,
kaygı tuzaklarına düşebilirim,
kendim dışında bir şeylere ihtiyacım olduğuna dair yanılsamalara kapılabilirim,
hayatın akışına olan güvenim sarsılabilir hayattan ve kendimden şüphe edebilirim. İşte o zamanlar bu satırları yeniden okuyup, o uyanış ve birleşme anına yeniden ışınlanıp içimi ferahlatmak istiyorum.
Olgunlaşan Zeynep’le genç Zeynep’in yüz yüze geldiği bir nevi zaman bükücü deneyimi de sizinle içtenlikle paylaşmaya çalıştım. Çünkü bu satırları okuyan herkesin içinde – ne kadar sıkıntılı, zorlu, engebeli bir dönemden geçiyor olurlarsa olsun, ne kadar umutsuz hissediyorlarsa hissetsin, aslında hepsinin geçici olacağını, bir başka ‘olumlu, sevgi dolu’ deneyim ile dengeleneceğini, bir düşünce olarak bilmek yerine, iliklerime kadar hissettiğim bir deneyim yaşadığım için, size de hissettirebilmek istedim.
Aslında insek de ve çıksak da hepsinin bir olduğunu, aslında olumlu olumsuz diye bir ayırım olmadığını, hayatta olabildiğimiz sürece bunları deneyimleyebilmenin bir şans olduğunu, sadece var olabilmenin bir armağan olduğunu, ve her zaman bulutların, yağmurların, fırtınanın üzerinde bir yerde güneş olduğu gibi kendi hayatımızın da bir güneş olduğunu hissettiğim anları paylaşmak, bir nebze olsa da ferahlık yaymak istedim.
Hepimizin bir (her) gün ‘güzel olmuş ya’ dediği uyanışlar yaşamasını diliyorum tüm kalbimle.
Şimdi başa dönelim ve bu rahatlamanın öncesine, kaynaklarına bir bakalım?
30 Yıl Geriye Sarıyoruz: Bir New Orleans Hikayesi
Amerika’da Kaliforniya’ya 30 yıl önce gittiğimde, zaten mizacı kaygılı, telaşlı, kıpır kıpır birisiydim. Ancak varlığım sürekli bir tehdit altındaymış gibi, sürekli geleceği düşünerek, kaygı duyarak, görev bilincinde yaşayan birisi değildim.
Sonuçta gençtim, daha önümde kocaman bir hayat vardı. Birçok potansiyele açıktım.
Neşeliydim, dans eden, kumsalda koşan, doğada coşan, filmlerden ilham alan, arkadaşları ile birlikte olmaktan büyük mutluluk duyan güvenli, eğlenceli ve fırlama bir genç kızdım.
Ancak hem okulumun hem de okulda asistanlığımın ilk döneminde, New Orleans’ta caz festivaline gittiğimde, sabahın erken saatlerinde sokakta yürürken, bıçaklı bir saldırıya uğramıştım. Çok bağırmam, direnmem sonucunda -boğazımdaki kesik haricinde- bana bir şey olmamıştı. Ancak pasaportum, cüzdanım, tüm kimliklerim, param her şey çalınmıştı.
Sokakta gören, duyan kimsenin yardım etmediği bu olay sonrasında, boynumdaki kesikten akan kanı durdurmak için baskı uygulayarak kendi başıma yürümeye başladım. O sırada Amerika’nı farklı şehirlerinden gelecek arkadaşlarımın uçakları daha inmemişti. Zaten bu sebeple sokaklarda tek başınaydım.
Sokak ortasında kala kaldıktan sonra güvenlik algımı öyle bir sarsmış ki, aklıma ilk gelen şey bir karakola gidip sığınmak oldu. Sokakta insanlara ardından da bir kafeye karakolun yerini sordum. Yürüdüm ve buldum. Adeta boynumdaki kesiği unutmuştum, normal koşullarda ilk tepkimin hastaneye gitmek olması gerekirken, dürtüsel olarak karakolu seçmiştim. Çünkü güvenlik algım öyle bir sarsılmıştı ki ölmediğim sürece, önce sağlığımı değil yalnız olmamayı ve güvende olmayı düşünebilmiştim. Şansıma nazik ve iyi polislere denk geldim, boynumdaki kesik damara denk gelmediği için ilk yardım müdahalesini yaptılar ve yaramı sardılar. Daha sonra bilindik ifade verme, kameralardan görüntü kayıtlarına bakma, geri dönüş uçağına binebilmem için bana kimliğimin çalındığına dair bir belge verme, bir gelişme olursa veya kimliklerimden birisi bulunursa haber vermek ismin ve otelimi not alıp kibarca beni karakoldan uğurlama süreçleri yaşandı.
Boynumdaki kesik zamanla kaynadı, kapandı ve bilmeyenin fark etmesi zor olan çok silik bir iz duruyor.
Ancak asıl yara hiç kapanmadı.
Bu olaydan sonra içimde hep acil durum modunda yaşadım.
Olası tehditlere karşı hep hazırlıklı olma çanları zihnimde en sakin zamanlarda bile çalıp durdu.
Ve şimdi anlıyorum ki bu olay, zaten çocukluktan beri içimde derinlerde olan yetersizlik ve değersizlik duygularını tetiklemiş. Nasıl mı? Gerektiğinde yeterli olamayacağıma dair gelecek kaygısı, bu olayın başıma gelmesini engelleyememenin suçluluğu ve kendimi koruyamamanın utancı gibi aslında geçerliliği olmayan bir sürü yanılsama ile.
San Diego’daki evime döndükten sonra uzun bir süre elimin altında bir bıçak oldu, geceleri uyumaktan korktuğum için gece gündüz çalışacak bir ritme girdim.
Ve gece uyumamak için hep televizyon açık oldu, elimin altında da hep yiyecek bir şey oldu. Dondurma, pizza, cips… Bir gece tek başına bir cheesecake yemişliğim vardır.
Yavaş yavaş bu yaşadığım travmaya karşı savunma mekanizmam, derindeki hislerimi, korkularımı çok çalışarak ve yiyerek savuşturma stratejisine dönüştü.
Yok olma tehditlerine karşı hiç durmadan çalışıp, ancak sürekli ortaya bir şey koyarsa var olan Zeynep.
Ve de içimde o anda hissettiğim gerçek korkuyu hiçbir zaman rahatça yaşayamamanın, kendime durup hiç şefkat gösterememenin, kendime sarılıp, ‘ağla, korktun, bırak dökülsün tüm duyguların’ diyememenin, yaşadığımı tüm gerçekliği ile kabullenememenin sonucu yeme bozukluğu geliştirdim.
İçimdeki karanlık kuyudan korkularım bana bağırdıkça, onlara yemek verdim. Oysa istedikleri yemek değildi, sadece varlıklarının görülmesi, ve kucaklanmasıydı.
Ben dipsiz kuyuya yemek verdim, doymak bilmedi.
Çünkü ihtiyacı olan besin ilgiydi, sevgiydi, yemek değildi.
Bu kısır döngü birkaç yıl devam etti. Çok kilo aldım, bildiğin yuvarlanarak döndüm Amerika’dan.
Bu güvenlik duygumu iyice sarstı. Neden mi? Çünkü artık hem yaralı hem de kiloluydum.
Normalin dışında olmak, güvenlik algımı daha da sarsıyordu.
Kilolar beni kaygı ve korkuya karşı korumuyordu.
Fakat bırakamadım bu alışkanlığı. Yedim yedim.
Ve işin kötüsü sadece yemek yemem değil, hayatımdaki her şey daha fazlaydı artık.
Daha fazla çabayla daha fazla çalışıyordum.
Ve hayatım çok fazla çatışma içindeydi.
Anneciğim bana yardım edebilmek için psikolog Mine’yi bulmuştu.
Mine’ye danışanı olarak gitmeye başladım.
Ve minnet duyduğum Mine benim önce yeme bozukluğundan kurtulmamı sağladı.
Ardından sarılmış güvenin duygumu ve benlik bilincimi yeniden inşa etmek için, gerekli bilgi ve donanımı sağlamak için elinden gelen her şeyi yaptı.
Sayesinde çok sevdiğim eşimle sağlıklı bir ilişki geliştirebilme şansı buldum.
Ancak hayatta var olmak ve kabul görebilmek için sürekli çalışma ve çabalama, herkese kendimi onaylatma ve sevdirme paternimden kurtulamadım.
Bunun beyhude bir çaba ve yanılsama olduğunu bana gösterdi, ama içerideki yara çok yoğun ve ağırdı, hem de bu savunma mekanizmasına çok alışmıştım.
Hatta yıllar sonra benimle aynı şirkette çalışan çok yakın bir arkadaşım da psikoloğum Mine’ye gidiyordu ve bir gün ‘ Zeynep’i bir durdurun, çalışmaktan ölecek’ demiş.
Macera dolu Amerika-Bölüm 1: Savunma Mekanizmalarımın Tetiklenip Zirve Yapması
İşte Amerika’ya gitmek bu geçmişteki duyguların hepsini öyle bir tetikledi ki, kapalı kalmış kara kutuyu tüm gücüyle açtı.
Nasıl mı?
Aslında her şey çok güzel başladı.
Colorado’da hayatta en çok sevdiğim deneyim olan kayak kayarken her şey gayet iyiydi. En azından -30 derecenin rüzgarla karşınca hissettirdiği -50 derece ve 3000 metrede yaşayıp, 3100-3800 metreler arası yükseklik ve oksijensizlikle dans etmeye çalışmayı bile sorun edinmiyordum. Çünkü hayatta en sevdiğim şeyi yapıyordum. Hem de birlikte kayak kaymaktan en mutlu olduğum insan olan eşimle.
Keyifle dağların, yeni yağmış taze karların, nefis manzaraların tadını çıkartıp, soğuk ve yüksekliğe dair zorluklardan şikayet etmek yerine bol bol gülerek, hatta çokça eğlenerek kayak kaydık Alp’le.
Ne zaman Kaliforniya’ya ayak bastım, arızalar başladı.
30 yıl önce Amerika’da başlayan; ‘her şeyi eksiksiz, en doğru, en kısa zamanda, hiç durmadan, hatta nefes almadan yapma ve bitirme’ alışkanlık enerjisi ile yüklü tüm savunma sistemim öyle bir devreye girdi ki, sanki Kaliforniya şehirleri ve sahilleri keyifle keşfedilip gezilecek yerler yerine, karış karış fethedilmesi, ele geçirilmesi gereken topraklara dönüşmüştü.
Zaten jet-lag olduğumuz için sabah 6-6.30 gibi uyanıyorduk. Ve ben sabahın köründe sokaklara çıkıp, ‘şuradan başlayıp, burayı da yapacağız, sonra burası da var, orayı da görelim…’ derken adeta kafası kesik tavuklar gibi ortalıkta koşturmaya ve Alp’i de peşimden sürüklemeye başladım.
‘Seni yenicem San Francisco’ gibi bir kafayı yeme hali.
Bitirilmesi gereken bir görevimiz, tamamlanması gereken bir misyonumuz varmış gibi sokağa adım atıp, bütün gün huzursuz, telaşlı, sakinleyemeyen, içinde bulunduğu andan ve yerden keyif alacak kadar yerinde duramayan bir enerji ile ortalıkta dolaşıyordum.
Ve bunu yaparken de genel olarak sert ve keskin bir tavır takınmıştım.
Sadece kendime değil Alp’e de.
Böylece yanımda, Kaliforniya’yı hiç görmemiş, tek arzusu benimle birlikte keyifle keşfetmek ve yaşamak isteyen en sevdiğim insanı, katı ve acımasız bir şekilde sürükleyip durdum San Francisco sokaklarında.
Aralarda beni uyarıyordu ancak, ama anlamam mümkün değil.
Çünkü, Kaliforniya’da geçmişe dair beni yaralamış, üzen, huzursuz eden bitmemiş hesaplaşmalar, menopoz ile kazanmaya başladığım tüm sağ duyumu, sakinliğimi çok şiddetli sarsmıştı, adeta gözlerimi, kulaklarımı ve kalbimi kapatmıştı.
Hem 30 yıl önce, hem de o zamandan beri hiçbir şey ile yüzleşmek istemediğim için geliştirdiğim, ’kendimi fazlasıyla meşgul ederek kaçma’ mekanizmamı öyle otomatik bir şekilde devreye sokmuşum ki ne duyuyorum, ne görüyorum.
Farkında, soğukkanlı, bilinçli tek bir parçam kalmamıştı.
En derindeki korkularım beni kamçılıyor, ben de koşup duruyordum.
Alp: ‘Yavaşlayabilir misin? Her şeyi bir günde yapmamız şart mı? Şurada sakince bir otursak mı? Acelemiz ne? Neden böyle koşturuyoruz?’ diyor. Ama ‘Anlayamıyorum’. Hatta ‘Kızıyorum’; ‘buralara gelmeyi sen istedin, her şeyi göstermem lazım sana, tabi ki bitirmemiz lazım!’
Ben kızdıkça, o üzülüyor.
Sakince anlatmaya çalışıyor, ancak korkudan örülmüş duvarın arkasına geçiremiyor, duyuramıyor sesini.
San Francisco bitiyor, sahil yolunda araba yolculuğuna başlıyoruz.
Ben rahatlayamıyorum. Her şeyi görmemiz lazım. Eksik kalmamalı. Eksik demek hata demek!
Aslında en derinde bir ses ‘tüm tehditlere karşı savunmamızı oluşturmuş olmalıyız, tehlikedeyiz’ diyor.
Ama bu sesi de duymuyorum.
Otomatiğe bağlamış koşuyorum.
Bir duysam sesi, geçerliliği olmadığını fark edeceğim, şimdi ve şu anda aslında saçma bir korkuya dönüşecek.
Fakat kendime böyle bir alan tanıyamıyorum. Büyük huzursuzluk, çatışma ve sıkışıklık içindeyim.
Ve işin kötüsü, kendimi sıkışmış hissettiğim zamanlarda, kendime karşı daha da acımasız olurum. Kendime kızarım, suçlarım, hatta sözlerimle döverim kendimi.
Bu sefer en yakınımdaki Alp’e de acımasız olmaya başlıyorum.
‘Hadi!. Neden durdun? Oradan sapmayacaktık. Neden yol verdin? Daha şuraya da gideceğiz…
Böyle bir işkence çektiriyorum ikimize de.
Sadece doğada olduğumuz zamanlar biraz sakinleyip, durulup, kendime geliyorum.
Alp de bu anların hatırına bana katlanabiliyor sanıyorum?
Ve biz San Diego’ya kadar böyle geliyoruz.
Doğadayken rahatlamış, anı biraz yakalayan ve yaşayan, mutlu ve sakin bir hale bürünebiliyorum.
Şehirlerde ise delirmiş gibi koşturuyorum.
Alp’i de oradan oraya durmadan çekiştiriyorum.
Hiç toleransım yok, sürekli bir sonraki hedefe odaklanıyorum, nefes almıyorum.
Üstelik ‘ne güzel Alp’e her yeri görüyor’ diyerek mutlu olduğumuz yanılsaması içindeyim.
Hiç ama hiç farkında değilim yaptığım işkencenin.
30 Yıldır Sımsıkı Tutulan Nefesi Bırakmak
Ve San Diego’ya girdiğimizde, bir zamanki evim olan şehirde, kendimi en huzurlu ve iyi hissettiğim Pacific Beach’te sahilde yürümeye başladığımızda yukarıda anlattığım zaman bükülmesini, kendimle karşılaşmayı, uyanış anını yaşıyorum. Ve tüm nefesimi bırakıveriyorum.
30 yıldır sımsıkı tuttuğum o nefesi! OHHHHHHH! Tamam Zeynep güvendesin.
Korkacak bir şey yok. Güvendesin! Hayat yolunu buluyor!
Peki ‘Menopoz Yolculuğu’ ile ne alakası var tüm bunların?
Tüm bu geçmişe dair olayları ve psikolojik çözümlemeleri neden bize anlatıyorsun diye sorarsanız?
Benim vakamda çok alakası var.
30 yıl boyunca aldığım tüm psikolojik danışmanlık, eğitim ve mentorluklara rağmen, çocukluktan ve gençlikten beri inşa ettiğim kapalı karanlık hücrelerimin çoğuna tam anlamıyla nüfus edememişken, “Menopoz” kendimle gerçek bir temasın çok önemli bir evresi oldu. İlk defa kendi kendime inşa etmiş olduğum gerçekliği bu kadar net görme, yüzleşme ve özgürleştirme adımları atabilmem için vesile oldu.
Beni öyle bir sarstı ve savurdu ki Menopoz, kendime dürüst olmaktan başka bir çarem kalmadı.
Menopoz yüzünden alınmaya, suçlamaya, savunmaya, yargılamaya, gerilmeye, güvensiz hissetmeye, kendini dövmeye, baskı uygulamaya, kontrol etmeye veya mükemmelleştirmeye çabalamaya mecalim kalmayınca bu mekanizmalarla yüzleşmek zorunda kaldım.
Gece ve gündüz terlemeleri, uykusuzluk, beyin sisi, duygu değişimleri ve depresyon sebebiyle çok çok azalan enerjimi, kendimi kurban gibi hissetmeye, tepkisel olmaya, kendime acımaya, kendimi ve başkalarını suçlamaya harcayamayacaktım.
Psikolojik olarak yetersiz hissedebilmek için fazlasıyla yorgundum.
Sorumluluğumu alıp, kendime ve akıl sağlığıma sahip çıkmam gerekiyordu.
İşte ancak o zaman;
tekrar tekrar karşıma çıkan istemediğim olayların,
gerginlik ve basınç uyguladığım durumların,
sımsıkı tutunduğum fikir ve beklentilerin,
huzursuzluk hissettiğim ve hayatla birlikte akmadığım temaların,
aslında tam olarak takılıp kaldığım ve özgürleşemediğin alanlar olduğunu iyice görüp, temas etme cesareti gösterebildim.
Belki bilgisi bende vardı bunların, ancak derim çok kalın olduğu için, aldığım tüm yardımlara rağmen bir türlü nüfuz edemiyordu bana.
Menopozla birlikte kalkanlarımı indirip, hayata teslim olmaya başlamam, kendimle gerçek bir ilişki geliştirmek için çok önemli bir adım oldu.
Menopoz ile birlikte büyük fiziksel zorluklar yaşayınca, psikolojik zorlukları ele alış biçimimi değiştirme gücü ve kararlılığı göstermeye başlayabildim.
İç dünyamda yaşadığım hiçbir karmaşa ve rahatsızlığın, aslında dışarıda olan bir durum ve kişiyle alakası yoktu.
Dışarı olanları içeride nasıl yorumladığım, hangi hikayeleri anlattığım, dışarıdakilerin etkisiyle kendime nasıl davrandığımla alakalıydı.
Tehdit olarak gördüğüm veya sürekli kaçınmaya çalıştığım durumlar aslında orada yoktu.
Ve ben ne kadar çabalarsam çabalayayım, yetmeyecekti, doymak bilmeyen bir kısır döngü olarak tekrarlanacaktı. Ve bu çok yorucuydu.
Hakikati olmayan tezlere karşı artık geçerliliği kalmamış savunma mekanizmaları geliştirip, temcit pilavı gibi tekrarlanan döngüler yaratıyordum.
Dışarıdan, başkalarından kaynaklı olduğunu sandığım her şey aslında kendimle olan ilişkime dayalı gerçeklerim haline gelmişti.
Hakikati olmayan ancak kendi kendimi sürekli tuzağına düşürdüğüm, sonra da ‘neden bunlar hep benim başıma geliyor?’ dediğim gerçeklerim!
İşte Menopoz sayesinde olanı değiştirebileceğim tezim mecburen düşünce, yavaş yavaş gelecekte olacakları tahmin ederek kontrol edebileceğim yanılsaması ile de yüzleşmeye başlamıştım.
Huzursuz, telaşlı, kaygılı bakış açım, enerji yükünü hafiflettikçe,
İçimdeki çatışma, sürtünme ve basınç azaldıkça,
kendime bu yaşamda tek sorumluluğumun, tüm bu yanılsama, kısıtlama, baskılardan özgürleşebilmek olduğunu anlamaya başladım.
Tek hayat amacım olabilirdi, özgürleşmek.
Yapacağım tek bir iş vardı; özgürce kendim olabilmek için kendime alan açmak En azından bu hakkı kendime tanımak.
İşte bu süreç 1 sene önce başlamamış ve devam ediyor olmasaydı, ben Amerika’ya turist gibi gider dönerdim.
Menopoz ile yeni bir içsel yolculuğa açılmamış olsa geçmişimdeki acı veren travmayı su yüzüne çıkartıp, onunla uzlaşıp, çözünmesine izin verip, özgürleşemezdim.
Menopoz ile gözlerim açılmamış olsaydı, güvenlik için geliştirdiğim savunma mekanizmalarını fark etmek yerine, zirvede koşturmalarına devam ederdim.
Ya da kazara su yüzüne çıksalar da, kolları sıvayıp düzeltmeye, değiştirmeye girişirdim.
Ancak Menopoz dönemindeki dönüşen anlayışım, ve kendi içimde bulduğum ‘nahoş’ özellikleri anlama pratiklerim sayesinde, bu yüzleşme anında sadece geleni dinleyip, anlayıp, kabul eden olabildim.
Ve bana ne açıklamak, öğretmek istiyorsa, neyi özgürleştirmek için geldiyse oraya akmasına izin verdim.
Etiketlemeden, kendimi kandırmadan, yorum katmadan, tam ve mutlak dürüstlükle dinledim.
Duygularımın zamanında ifade edemediklerini artık özgürce akıtabilmeleri için onlara sakin ve güvenli bir alan tanıyıp, kendimi de onlarla savrulmayacak şekilde gözlemci konumuna getirebildim.
Ve ancak o zaman kontrol edilecek bir durum, çözülecek bir problem olmadığı, yetersiz olan, hatalı olan birisi olmadığını idrak edebildim: ‘Bak San Diego’dayken 30 yıl önce geleceğin nasıl olacağını bilmiyordum. Ve ne kadar güzel olmuş. Demek ki bundan sonrasını da bilmemek OK. Zaten bilemem, bir şey yapamam. Olan olacak.’
Yaşanan her şey başka türlüsü mümkün olmadığı için yaşanmıştı.
‘Oh be!’: Kendi derinin içinde rahat olabilme hissinin sesi…
Menopozdan önce olsa, savunma mekanizmalarına rağmen su yüzüne çıkmaya çalışan rahatsızlık, bir hortum gibi gelip, ayaklarımı yerden kesip, havalarda uçurup savurup, hiç bilmediğim bir yere tükürüp atabilirdi beni.
Ki başta zirve yaparken, ayaklarım yerden kesmişti.
Fakat ben kapılıp gitmişken, hatta Alp’e de işkence çektirirken, bir dürtü beni hakikatle yüz yüze getirdi.
Ve ben de bu potansiyele arkamı dönmeyip ‘şimdi, burada tam olarak ne oluyor? Neyin peşindeyim?’ diye dürüstçe bir iç diyalog başlatabildim.
Ve ancak o zaman 30 yıldır bitmemiş meselenin beni ve sevdiklerimi sürüklediği fırtınaları görebildim.
Gördüm ki;
ancak kendimi sabote ettiğim yerleri, örtbas etmeye çalışmadan, hikayeler uydurmadan, net ve dürüstçe itiraf edebilirsem,
gelecekteki bir olasılığın değil, şu anda içimde olanın ve verdiğim tepkilerin sorumluluğumu alabilirsem,
zihnim ve davranışlarım özgürleşebilecek.
Yani kendimi kandırmanın ve kıvırtmanın sonu özgürlük değil.
İyi ki de görebilmişim bunları.
Çünkü daha sonra Alp’e deneyimimi ve farkındalıklarımı anlattığımda Alp şöyle dedi:
‘Zeynep ilk defa umutsuzluğa kapılmıştım, ilk defa sana hiç ulaşamadım, sesimi duyuramadım. Ya düzelmezse, ilk defa birbirimizi kaybedebiliriz diye korkmuştum.’
Wow.
Travmalarıma karşı geliştirdiğim savunma mekanizmaları sadece ayaklarımı yerden kesip savurmuyor, uçurumdan aşağı doğru sürüklüyordu demek ki!
Tam zamanında gelmiş bu farkındalık.
Yoksa hayatımın en büyük armağanı olduğunu düşündüğüm, birlikte hayatı en özgür ve mutlu şekilde yaşadığım ve paylaştığım varlığı kaybetmenin eşiğine gelecektim.
Alp ile ilişkimizin temelinde, ona karşı (genelde) savunma mekanizmalarımı devreye sokmuyor olmam, bunların ötesindeki gerçek doğamı sansürsüzce ona gösterebilmem ve onun da gerçek beni görüp paylaşmaktan mutluluk duyuyor olması yatıyor. Tabi ki her sağlıklı ilişkide olduğu gibi karşılıklılık ilkesi geçerli. Aynı şekilde ben de onun savunma mekanizmalarının ötesindeki doğal halini, tüm çıplaklığıyla seviyorum.
Böyle kuvvetli bir temele dayandığı için ilişkimiz, anne baba olma isteğimiz sırasında yaşadığımız tüm zorlu süreçlere, kayıplara direnip, hatta güçlenerek yolu birlikte el ele yürümeye devam edebildik. Birlikte olmak, birbirimize ve hayatta karşı sevinçle, sevgiyle, olumlu enerjiyle bakma isteğimizi destekliyor. İkimiz de sevginin pasif bir ‘başa gelme’ durumu olmadığının bilincindeyiz. Adı üstünde, ‘sevmek’ bir fiil. Niyet, ilgi, özen, anlayış ile beslenen bir aktif oluş hali. Benim için; her sabah uyandığımda yanımdaki insanı sevmeye, ona özen ve ilgi gösterme yeniden karar verdiğim, her akşam da yanımda olduğu için minnet duyarak uyuduğum katılımcı bir süreç Sevgi. İşte bu sorumluluğunu kararlılıkla her gün aldığım varoluş hali bana Alp’e, tüm insanlara ve hayata keşif arzusu ve coşkusu ile bakma kazandırdı bugüne kadar.
Ve şimdi görüyorum ki, 22 yıllık beraberliğimizdeki bu karşılıklı iyi niyet, özen, anlayış ve diyalog zemini, zor fırtınaları, hatta Amerika’daki gibi bir hortumu atlatma şansı sunuyor.
Ve aslında hayata ve olana güven de, öncesinde elinden gelenin en iyisini yaptığını bilmenin iç huzurundan doğabiliyor. Hem başkaları ile ilişkim için hem de kendim için.
Alp için gösterebildiğim iyi niyet, özen, anlayış ve sevecenliği kendime göstermediğim için kişisel ve zaman zaman da diğer sevdiklerim ile ilişkisel zorluklar yaşıyordum.
Önce kendimle olan ilişkimi, Alp ile olana dönüştürmem de fayda olduğunu iyice anlıyorum yeniden.
Kendi sorumluluğumu aldığım sürece korkacak bir şey yok!
O zaman neymiş?
Güvende olmak için sürekli kontrol etmeye,
yetersizlik duygum yüzünden sürekli mükemmeliyetçi olmaya,
değersizlik inanışım yüzünden sürekli bir şeyler üretmeye çalışmama gerek yokmuş.
Kendi kendime inşa ettiğim hücrelerin içinde sıkışıp kalmak yerine, bu dürtüler geldiğinde bir nefes alabilirim.
Ve anlamaya çalışabilirim.
Çünkü bu hayatta var olabilicek yegane güvenlik, kendime sağlayacağım anlayış ve sevgi alanı.
Ve özgürleşmek için elimden gelenin en iyisini yapabilmek.
Gerisi bilinmez.
Bu farkındalıkları Menopoz’a adapte edersek…
Menopoz benim suçum mu?
Değil.
Peki zorluk yaşıyor muyum?
Evet.
Ancak bu zorluklara verdiğim tepki bana kalmış.
Menopozu bir iyileşme, büyüme, dönüşüm ve paylaşım aracı olarak mı göreceğim?
Kurbanı olup sürekli şikayet etme ve yakınma aracı olarak mı?
Menopoz yüzünden kendime ve sevdiklerime olduğundan fazlasını çektirmek mi istiyorum?
Yoksa özgürleşmek mi?
Zaman zaman başkalarına ve olaylara yüklediğim gibi, ters giden her şeyin sorumluluğunu Menopoza yükleyip kızıp, sövmek mi?
Yoksa kendi sorumluluğumu almak mı?
Ne menopoz, bir olay ne de bir kişi, benim iç dünyamda yaşadıklarımdan, zihin halimden, bakış açımdan, olayları ele alış ve davranış biçimimden sorumlu değil.
Suçlusu değil.
Elimdekilerle ne yaptığım, onlara gösterdiğim tüm tepkiler ve sonuçları bana kalmış.
Ne yapabilirim?
Önce Beni huzursuzluğa sürükleyen, nahoş duyguları tetikleyen şeylere karşı uyanık olabilirim.
Tetiklendiklerindeki duygu, düşünce, söylem ve davranışlarıma uyanık olabilirim.
Ve de oldu da ok yaydan çıktı, bu duygular doğdu ve ben alışkanlık enerjisiyle otomatik olarak savunma mekanizmalarımı devreye soktum – ki olacak.
O zaman da ona uyanık olup, kendimi hangi evresinde fark ediyorsam durdurup, muhasebesini yapıp, sakince bırakıverip, bir öğrenme aracı olarak görebilirim.
İşte bu çabalar verimli çabalar. O zaman içimdeki kapalı kapılar açılacak tahminim.
Ve işin komiği San Diego’daki uyanış anı, ve ardından gelen farkındalık ve anlamlandırma süreci ile gece terlemelerim de uyku düzenim de rahatlamaya başladı.
Başta da söylediğim gibi, evet artan gece terlemelerinin bir sebebi yılbaşı ve doğum günüm sürecindeki bol kutlamalar, yeme içmeler, ardından da 4 hafta boyunca östrojen jel yerine bant kullanmış olmam olabilir?
Ancak tek bildiğim hem Amerika’dayken yeme içmeye devam ettiğim, hem de östrojen kullanım metodumu aynen devam ettirdiğim sürede gece terlemelerimdeki düşüş ve uykularımdaki rahatlama, bir mucize gibi kendiliğinden ortaya çıkmış olamaz.
Demek ki iç dünyamdaki bu farkındalık ve rahatlama büyük bir rol oynadı.
İnsanın kendi zihin halinin, bedeni üzerindeki ferahlatıcı etkilerine şahit olduktan sonra, zihni özgürleştirmekten başka bir yolculuk arzusu kalmıyor.
Menopoz ile Başlayan Sürece Şükredeceğim Günlerin Geleceğini Hiç Tahmin Etmezdim!
İşte ‘Menopoz’ sürecinin beni dönüştürmesine izin vermemle başlayan süreç, 30 yıl önce yaşadığım yerleri yeniden ziyaret etmemin, aslında geçmişte yaşadığım ağır bir travmayı da ziyaret etmeme yol açması ve kapanmamış bir yaranın bende yarattığı otomatik mekanizmalar ile ilk defa bu kadar yakın temas kurabilme şansı yakalamama kadar götürdü beni.
İyi ki de götürdü?
Şimdi iyi ki pre-menopoz süreçlerini böyle zorlu yaşamışım, iyi ki Kaliforniya’ya gitmişim diyebiliyorum.
Hatta biraz daha ileri gidip; çocuk sahibi olmaya çabaladığım sırada o kayıplar özgürleşmem gereken şeylerin bir habercisiydi diyebiliyorum. Benim yetersizliğim, değersizliğim değildi. Olsa olsa talihsiz ve şansız durumlardı. Sonrasında savunma mekanizmalarımı yeniden aşırı tetiklenmesine izin vermemem için bir uyanış olabilirlerdi. Hayattan bana vermedikleri, hatta benden aldıkları için, bir intikam alır gibi beklentiyle ilişki kurma, ve yeniden kendimi nefes alamayacak kadar meşgul tutma paternimi devreye sokmamam için bir çağrı olabilirdi.
Ancak her şey yaşanması gerektiği gibi yaşanıyor, ve ancak bazı şeyler de günü gelince aydınlanıyor.
Şimdi Neler Yapıyorum?
Ne zaman huzursuz, kaygılı, telaşlı, kıpır kıpır, yerinde duramaz hissetsem, önce bir duruyorum, o huzursuzluğun farkına varıyorum, karşılıklı oturur gibi ona alan açıyorum.
İşin komiği koltuğa oturur oturmaz bir rahatlıyor.
Aslında tek yaptığım onun olmasına izin vermek.
İtip kakmadan, bastırmadan, kaçmadan, utanmadan, yok saymadan, karşılıklı sessizce oturup, olduğumuz gibi olmaya izin vermek, kaçınmak için bir direnç göstermemek, hemen bitsin diye basınç uygulamamak…
Sürtünmesiz kalınca o huzursuz duygum sakinliyor, gevşiyor.
Kendini kabullenilmiş, kucaklanmış hissediyor ve rahatlıyor.
Sonra o sakin yerden birlikte bakıyoruz, nereden doğdu bu huzursuzluk?
İçeride hangi kalıp, hangi yargı, hangi yanılsama, hangi program, hangi patern tetiklendi, ucu nereye dokunuyor?
Elbette dışarıdan bir olay, bir kişi tetiklemiş olabilir bu huzursuzluğu.
Ancak artık biliyorum, içimde olmayan hiçbir şey, dışarıda cereyan eden herhangi bir durum tarafından benim içime, algıma giremez.
Direnç ve çatışma sadece benim içimde doğuyor ve yaşanıyor.
O zaman pimin ucu dışarıda değil, mutlaka içeride.
Sonuçta sürtünmeyi yaratan benim, kimseyi veya hiçbir olayı suçlayarak veya kurbanı olup ağlaya ağlaya ortada dolanarak bu sürtünmeyi ortadan kaldıramam.
Her şey içeride çözünecek.
Aslında hata yok, problem yok, ayıp yok, sadece olan var!
Yargılamamak için kendime güvenli alan ve anlayış geliştiriyorum.
Çocukluğumdan beri içimde utanç, suçluluk, kayıp, yergi içeren ufacık ta olsa travmalara karşı geçmişte geliştirdiğim savunma mekanizmaları ve korunma paternleri öyle otomatik yükseliyor ki içimden, “gerçekte ne oluyor?” göremeden, “söyleyecek gerçek bir sözü var mı?” dinleyemeden öyle bir yükleniyordum ki kendime daha önce, bu güvenli alanı yaratmayı öğrenmem lazım.
Barış Salonu ismini taktım bu güvenli anlayış alanına.
Hemen düzeltmek, değiştirmek, telafi etmek için haldır haldır koşturmaya başlamadan önce, veya korkup kaçmadan önce ya da kendiliğinden uçup gideceğini sanarak bastırıp, yok saymadan önce, tetikleyiciler geldiğinde Barış Salonundaki rahat koltuklara buyur ediyorum onları.
Yargılar, yanılsamalar, sürtünmeler, geliştirdiğim savunma mekanizmaları… hepsi olsun varsın, yeter ki bana gözüksün. Mevlana’nın dediği gibi ‘Gel ne olursan ol gel.’
Artık tepki, yargı, direnç göstermeyeceğim.
Hepsi boşuna ve sonu gelmeyen enerji israfı sadece. Kendi yarattığım kısır döngünün içinde koşup durmak aslında.
Sürekli tehdit altındaymış gibi acil durum modunda olma çabası, sanki yaşamak her an bir savaşmış gibi görev modu olma uğraşı çok yorucu.
Geçmişin pişmanlığı ve geleceğin kaygısı arasında kendimi sıkıştırıp durmak, çılgın bir basınç uygulamak yerine şimdiki zamanda rahatça nefes alabilmeyi seçiyorum.
Tamam belki zamanında geliştirdiğim bu savunma mekanizmalarının bir faydası, işlevi vardı. Ancak şimdiki zamanda geçerliliklerini yitirdiler.
Evet hala zaman zaman içimde huzursuzluk, kaygı, korku, üzüntü, suçluluk uyanabilir.
Ancak bu gibi ‘nahoş’ diye nitelendirdiğim duygular uyandığı zaman, hemen onları yok etmek için geliştirdiğim otomatik savunma mekanizmalarına tutunmama, aynı davranış paternlerine prangalanmama gerek yok.
Şimdi bu duygularla birlikte oturabiliyorum, onları nahoş diye nitelendirmeden, düzeltmeye veya iyileştirmeye, dışlamaya veya bastırmaya, kaçmaya veya kurtulmaya çalışmadan onlarla kalabiliyorum.
Sadece bana ne anlatmaya çalıştıklarını anlamaya çalışarak sakince duruyorum. Ve işin güzeli, varlıklarını kabul etmek ve meşru saymaktan başka hiçbir yapmıyorken, tüm bu duyguların enerji yükleri kendiliğinden hafifliyor.
Neleri Anladım ve Pratik Etmeye Çalışıyorum?
İnsan hisseden bir varlık, yani hisler insanlar için. Bu doğamız ve bir problem yok.
Ancak problem hislerin aslında ne dediğini dinlemeden, alışkanlık enerjisi ile onların kurbanı veya esiri gibi şimdiki zamana sürekli basınç uygulamakta.
Konu çözecek bir problem olmadığını, sadece bir ‘olan’ olduğunu görmekte.
Böylece problem diye nitelendiren zihnimin çılgın diyaloglarını ve koşuşturmasını biraz susturmayı başarabiliyorum.
İşte bu sessiz ve dingin yerde durmak bile, hem olumsuz duygunun ve de duygunun uyandırdığı telaşın enerji yükünü hafifletiyor.
Çünkü sürekli geleceği tahmin edip, olasılıkları hesaplayarak pozisyon almaya çabalamak, potansiyel ‘kötü’ durumları engelleyecek şekilde her şeyi ve herkesi kontrol etmeye uğraşmak, bir an evvel harekete geçme dürtüsüyle dolup taşmak çok yorucu.
Çünkü her an avlanmaktan korkan bir ceylan gibi tetikte, her an avlanmaya hazır bir leopar gibi keskin, her an alarmlar çaldıran acil durum modunda olmak çok yorucu.
Ve tabi ki tüm bunlar beyhude.
Çünkü yaşadığım sürece; hep yeni bir olay, yeni bir durum, yeni bir insan karşıma çıkacak.
Ve içimde yeni bir duygu, patern ve savunma mekanizması tetiklenecek.
Ve ben aynı kısır döngüde, tekerlekte koşan hamster gibi yerimde koşmaya devam edeceğim.
Oysa insan bir durabilirse, problem dediği şeye bakış açısı bile değişiyor, ufku bile genişliyor.
Marcel Proust’un ‘Gerçek keşif yeni diyarlar bulmak değil, yeni gözlerle bakmaktır.” sözü işte burada anlam kazanıyor.
Kendinden kaçmak yerine kendi gerçeklerine yeni gözlerle bakabilmek.
Durabilmek Aslında En Büyük Eylem
Özgürleşebilmek için ilk adımın bu ‘durup, o duygu ile kalabilmek’ olduğunu şimdi anlayabiliyorum.
Çünkü yeteri kadar kalınca, gerçekten bir çaba veya çalışma olmadan ‘o duygu’ çözünmeye başlıyor.
Ve yeteri kadar bunu pratik edince insanın içince ‘telaşa gerek yok, her ne olursa olsun gelenle baş edebilecek güçte, kapasitede, yetidesin, bırak olan olsun, o zaman düşünür, o zaman harekete geçersin’ şeklinde bir hayata ve kendine güven duygusu doğuyor.
Savunma mekanizmalarımı ve davranış paternlerimi tek tek soyup, onlara geçmişte gördükleri işlev ve sağladıkları fayda için teşekkür edip, vedalaştıkça, çok daha da hafifleyeceğimi anlıyorum.
‘An’a ölmek demek buymuş.
Sımsıkı tuttuğunu bırakmak. Ve böylece yeni doğabileceklere izin vermek.
Yaşam potansiyeline alan açmak.
İşte bu her biri sanki ‘ölüm’ gibi olan bu uyanış anları, bir yandan rahatlamalar sağlarken, bir yandan da ölümün nasıl hayatla el ele gittiğini kavramamda faydalı oluyor.
Bu süreçte ‘Ölüm’ kavramına bakış açım da değişiyor.
Özgürleşmek için bazı alışkanlıkların ölmesi gerekiyor.
Bu hayatta, ancak sımsıkı tutunduğum son kaleyi de bırakınca, tam olarak özgür yaşayabileceğimi görüyorum.
İlk adım bir durup, bu nahoş duygularla oturmayı, onları dinlemeyi öğrenebilmek:
Olanı dinlemek ilk adım. Aktif bir şekilde dinlemek. Susturmadan, sözünü kesmeden, yorum katmadan. Sadece dinlemek. Ne oluyor? Ne oldu?
İkinci adım nahoş olmadıklarını olağan olduklarını kabullenebilmek:
Tamam belki geçmişte canım acıdı. Üzüldüm, kırıldım. Evet yeniden yaşamak istemediğim için kendimi koruma altına aldım. Ve bu korunma modu aktive olur olmaz korku, kaygı gelişti. Aslında gerçek bir tehdit olmadan bile sürekli kaygı üretmeye, hayata korkuyla bakmaya başladın. Geçmişteki acıyla, aslında daha gerçekleşmemiş gelecekteki kaygı arasında sıkışıp kaldın belli ki.
Üçüncü adım onların şiddetini ve kalpteki yükünü hafifletebilmek:
Öncelikle, sizi görüyorum. Artık baş edilemeyecek kadar ağır ve yoğun değilsiniz. Artık sizi yadsımadan, yargılamadan, utanmadan dürüstçe kendime itiraf etmekten korkmuyorum, ve anlamak, anlaşmak istiyorum.
Dördüncü adım kendi iç dünyamla sakin zihinle sağlıklı bir diyalog ve duruş geliştirebilmek:
Geçmişteki acıyı bu kadar korkunç algılatan şey ne sana?
Orada bastırdığın deneyim ve duygu ne?
Zamanında yanlış yaptığını düşündüğün bir şey yüzünden hala kendine baskı mı uyguluyorsun?
Yeniden hata yapmamak için mi çırpınıyorsun?
Birileri seni aşağılar, yok sayar diye mi korkuyorsun?
Yaşarken yok sayılmaktan korktuğun için başkalarının gözlerinde ve sözlerinde, alkışlarında, onayında, onların kalbinde varolmaya çalışıyorsun.
Oysa kendini inkar ettiğin,
kendini olduğun gibi kabul edemediğin,
içinden doğal olarak geleni bastırdığın,
kendi duyguların yerine başkalarının ne düşündüğüne, ne söylediğine alan açtığın,
içinde gerçek kendini barındırmadığın her saniye aslında;
gerçek sevgiyi, neşeyi, huzuru, nezaketi,
kendini özgürce ifade etmek kapasitesini,
özgürlüğünü bastırdığın anlar!
Aslında yaşarken yok sayılmamak için çırpınırken, yaşarken kendi kendini öldürüdüğün anlar.
Beşinci adım kendi sorumluluğunu almak:
Bu ızdırabı çekmemin tek sorumlusu benim.
Evet acı vardı belki, yıllar önce, hatırlamadığım bir yaşta, hatırlamadığım bir olayda,
Belki bir söz acıttı yüreğimi, belki bir tepki üzdü beni, belki fiziksel bir davranış yaraladı ruhumu.
Hatırlamıyorum.
Ve önemi de yok.
Çünkü aslında o acı artık yok.
Ve ben yeniden o acıyı yaşarım varsayımı ile öyle bir yapışmışım ki ‘sözde beni bu acıdan kurtaracak, koruyacak’ savunma mekanizmalarıma;
…çok çalış, hep çalış, çok konuş, hep bir şeyler yap ki sevsinler seni, asker gibi görev bilinciyle hep koş, hiç durma, yaz çiz üret ki yok olma. Herşeyi önceden tahmin et, düşün, çok iyi hesapla, planla, organize et, hata yapma ki yok sayılma…
Eee peki ne oldu?
Olası bir acıyı uzak tutmak için sürekli bir ızdırap…
Çoğunlukla bedeni ve zihni yorgunluktan bitip tükenen…
İçindeki birçok doğal anı buruşturup atmış ve dışarıdan tatmin beklemekten ruhu yorulan…
Kendisi yerine başkalarına bel bağladığı için sürekli ama hiç tatmin olmayan bir beklenti, alınganlık, kırgın döngüsü yaşayan…
Bedeni bu ritmi kaldıramadığı için birçok araz ile uyarıda bulunan…
Hata yapmaktan korktuğu için anneliği kendine layık göremeyen…
Büyük ızdırap… Hem de kendi kendine yaşatılan bir ızdırap…
Acıyı başta bana kim yaşattı bilmiyorum ama bu bitmeyen ızdırabın vebali benim boynuma.
O zaman bırak bu acıya tutunmayı, al hayatının sorumluluğunu, mutluluğun için, iyi olmak için koşullara, insanlara beklenti geliştirme. Hata yapmaktan korkma. Sadece elinden gelenin en iyisi yap, ve getirdikleriyle yaşa. Hata yok. Sadece yaşananlar var ve aslında sonuçları da hep hayata çıkıyor.
Altıncı adım, kendi derinin içinde huzurlu, rahat ve özgür hissetme pratiği:
Gerçek yaşam kendi derinin içinde huzurlu, rahat ve özgür hissetmek demek.
Mükemmelliyetçilik büyük bir kıskaç. İnsanı geliştirmek yerine engelleyen bir yanılsama, hatta yalan. Çünkü kimse mükemmel değil. Ben de ne kadar çabalasam da çalışsam da olamam. Hepimiz sadece olmakta olanız, yani ‘work in progress’.
Hayat sürekli yeni bir şekil alıyor.
Ve aslında bu korkulacak bir şey değil.
Aksine büyüleyici.
Kontrol etme, manipule etme, bastırma, kaçma gibi yöntemlerle kendini kısıtlama, baskı altına almak yerine cesurca keşfetme ve yaşama isteğine kendini teslim et.
Hayatla dans edebilme kapasiten, onunla bir olabilme inancın ve güvenin, birlikte akabilme özgürlüğün tazelendikçe, o özgürlüğü bırakmak ve geçmişteki ızdırbına dönmek istemeyeceksin.
Daha önceden maske olduğunu bilmediğin, ya da farkında olmadan otomatik oynadığın rolleri bir bir bırakacaksın…
Bundan Sonra?
Öyle bir anda olmuyor tabi.
Hayat insanın karşısına özgürleşemediği, ana öldüremediği duygularını, kaygılarını, pişmanlıklarını çıkarmaya devam ediyor.
Bunlar yeni durumlar, olaylar ve kişiler formunda karşısına çıkıyor insanın.
Ancak bir kez farkındalığa ulaşmışsa, bunların hiçbirisini tehdit veya savaş alanı olarak görmek yerine, yeniden durup, sakince dinleme, anlama, dürüstçe kabullenme ve sağlıklı bir şekilde deneyimleme pratiği imkanı olarak görmeye başlıyor insan.
İçim pır pır etmiyor mu?
Ediyor tabi ki.
Yüreğim bir anlık ağzıma gelmiyor mu?
Geliyor tabi ki.
İçimde öfke, kırgınlık, kıskançlık, suçluluk, utanç yükselmiyor mu?
Tabi ki yükseliyor.
Ancak bunların her biri bir duygu.
Hepsi insan için, hepsi bizim için, hatta gösteriş ve iddialılığı bırakayım ‘hepsi benim için’ diye dürüstçe sahiplenip, sorumluluğunu alıp, şimdi ve burada sağlıklı bir deneyime dönüştürme çabasındayım.
Çünkü bunun özgür yaşam yolu olduğunu bizzat gördüm.
Çünkü alt üst olduğunu düşündüğüm, keyfimin kaçtığı her an, yeniden kendimle buluşma, kendi kendime yıllardır anlattığın hikayeler yerine, gerçekte olan biteni keşfetme ve özgürleşme potansiyeli taşıyor.
Şöyle diyorum kendime:
Bırak duvarların yıkılsın, esir alan zırhların bir bir dökülsün,
çünkü onlara gerek yok artık.
Belki zamanında bir işlevleri vardı, ancak artık görevlerini tamamladılar.
Seni koruma vaadindeki bu mekanizmaların artık tek işlevi, aslında sana ızdırap yaşatmak.
Bırak gerçekler su yüzüne,
çatışmaların açığa çıksın,
kendine uyguladığın kısıtların, baskıların ortaya dökülsün,
artık işlevi kalmayan her enerjinin çözülmesine izin ver.
Artık gerek yok…
Belki bir zamanlar senin hakikatindi o acı.
Ancak artık gerçekliği ve geçerliliği yok.
Sadece sen ona karşı pozisyonunu öyle sımsıkı kuşanmış durumdasın ki, onu gerçekliğin haline sen getiriyorsun.
Aslında bu farkındalıklar için 25 yıldır uğraşıyorum.
Beni bilinçlendirmek ve özgürleştirmek için 15 yıl uğraştı psikoloğum Mine. Sadhguru ile çalışmak için Hindistan’a gittim, kendisini Türkiye’ye getirdik arkadaşlarım ile. Gestalt öğretmenim ve mentorum Nita’dan 4 yıl terapist eğitimi aldım. 4 yıldır Cem Şen hocamızın Dharma eğitimlerine devam ediyorum.
Buraya yazdıklarımın hepsi, bilgi olarak zihnimde ve dilimde olan şeylerdi.
Ancak içimde hissedemediğim, sevgili Mine’nin söylemi ile idraka geçemeyen bilgilerdi.
Ufak tefek uyanış anları haricinde bana nüfuz edemiyorlardı.
Cem Hocamın ‘duygularınızla savaşmayın, onlarla sakince oturun’ sözleri, diğer Dharma hocalarımın ‘hikayeleri bırak Zeynep, baskı uygulama Zeynep’ leri…
Hepsi orada bir yerlerde yankılanıp duruyordu.
Ancak bu bilgilerin kendilerini bana gerçekten açması, ve her şeyin bir araya gelmesi, menopoz süreci ile başladı.
Çünkü hayatımda ilk defa teslim olma duygusunu Menopoz ile yaşadım.
Öyle büyük, zorlu, sonu gelmez bir süreç yaşıyordum ki, kontrol edebilme, düzeltebilme, çabalayarak oldurabilmek kapasitem yoktu.
Başta denedim, ancak öyle uykusuz, öyle yorgun, öyle bulanık, öyle dengesiz bir haldeydim ki, korktum.
Bedenime ve akıl sağlığıma ihtiyacım olduğunu anladım.
Geliştirdiğim savunma mekanizmaları ile kendimi harcayamayacağımı anlamakla başladı her şey.
Ve benden kat kat büyük bu olguya; ‘menopoz’a teslim olmaktan başka çarem kalmadı.
Ve hayatımda ilk defa toptan teslim olabildiğim andı bu an.
Bu kabulleniş ve teslimiyet ilk adımımdı.
İkinci adım ise; tüm kaygılarımın, savunma mekanizmalarımın zirve yapacağı Amerika ortamına girmem oldu.
Amerika’da bazı işlevsiz savunma mekanizmalarım, hala yaşamak hala haklılıklarını ispat etmek için, son çırpınışlar ile kreşendo yaptılar adeta.
Ve sonra sessizlik oldu.
Bir kez bu farkındalık yaşandı bitti mi?
Hayır.
Kendimi sabote etme potansiyelim hep orada.
Neden? Otomatikleşmiş savunma mekanizmalarımın etkisi altında hipnotize bir şekilde yeniden harekete geçebilirim.
Çünkü bunlar onlarca yılın alışkanlık enerjisi ile yüklü.
Şu son 1 sene içinde geldiğim bilince göre çok kuvvetli bir enerji yükü bu.
Yeteri kadar tetikleyici veya tuzak olduğunda, alışkanlıkların otomatik ağır basma potansiyeli çok yüksek.
İşte bunu bilincinde olup, ama kendimi sıkmadan, nefesimi tutmadan, görev gibi değil sakince farkındalığımı uyanık tutmak amacım.
Duygular, paternler gelince de savaşmadan, onları kalbimin her geçen gün genişleyen salonunda tatlı tatlı misafir etme, dinleme, telaşsız bir diyaloga girmek…
Hiçbir durumun kurbanı olmadığımı, hiçbir şeyden kaçmam gerekmediğini, kimseye birşey ispat etmem gerekmediğini, kimse için birşey yapmam gerekmediğini sürekli hatırlamak. Bunların geçmiş ya da gelecekle ilgili yanlış anlamalardan doğan yanılsamalar olduğunu hatırlamak. Ve aslında ne geçmişle ne de gelecek alakaları olmadığının farkındalığını sürekli anımsamak: zihnimin şimdi ve burada ürettiği hikayeler. Bu hikayeleri ve anlatıyı yine şimdi ve burada değiştirebilirim. Geçmiş hikayelerin kurbanı olmayabilirim.
Artık kendime doğru özen ve ilgiyi gösterince, kurban olarak ilgi görmeye ihtiyacım kalmadığını görebilmek.
Kendini sevebilme kabiliyetimin güçlenmesi.
Kendine acıma enerjisinden çıkmak.
Kendimle savaş enerjisinden çıkmak.
Sımsıkı tutunduğum maskeler ve kalkanların eriyip ayaklarımdan süzülüp gitmesine izin vermek.
Sürekli konuşan zihnin durulması.
Beğensem de beğenmesem de her yönümle kendimi kabul edebilme.
Varlığımın – öyle ya da böyle – tamamına şükredebilme.
Yani iyice kendi kendimin kabilesi olabilme.
Bunu kibirle değil büyük bir sakinlik, sessizlik ve yumuşaklıkla yapabilme.
Kendi içimde tamamlanmış ve bütün hissedebilme.
İşte bu adımları her seferinde devreye sokabilmek ve uygulayabilmek.
Adımları defalarca tekrar ederek yazmamın sebebi ne?
Çünkü insanız unutuyoruz.
İyice sindirebilmek ve hatırlayabilmek için defalarca yazıyorum. Ve defalarca okuyacağım.
Şimdilerde üzerinde çalıştığım araştırma konusu şu:
Tüm bu güvensizlik, yetersizlik, eksiklik, değersizlik, suçluluk duyguları olmadan Zeynep kim?
Tüm bu korkular, yargılar, inanışlar peşinden koşmaz ve kovalamazken Zeynep kim?
Kendine dair yargı ve yanılsamalara dayanarak inşa ettiği duvarlar yıkılınca Zeynep kim?
Kendini dövmeyen, tam olarak sorumluluğunu Zeynep ne yapar?
Enerjini böyle sınırlamazken nereye akar o enerji?
Ve de
Acaba ‘gelecekte ne olacağını bilememekle barış içinde oturabilir miyim?
İşte bu sorular ve potansiyeller beni epey heyecanlandırıyor!
Rainer Maria Rilke’nin ilham verici sözlerini daha iyi anlıyorum şimdi:
Her şeye izin ver,
Güzellik ve terör,
Sadece devam et,
Hiçbir duygu son değildir.
—
Let everything happen to you,
Beauty and terror
Just keep going
No feeling is final.
Mart sonu doktorum Hüsniye Özcan’a gidiyorum. Uzun bir muayene ve sohbet seansi bekliyor bizi.
Psikolojik içeriğe biraz ara versem iyi olur belki?
Çıkışta doktorumun menopoz süreci ile ilgili değerlendirme, yorum ve önerilerini, istediği testleri ve tedavi adımlarını paylaşacağım.
Zeynep ATILGAN BONEVAL