San Pancho’da Özgür Ayaklar (Shoes Off in San Pancho)
Daha Puerto Vallarta’ya varmadan Mexico City havaalanında hasır şapkamı takmış durumdayım. Aslında bu halimle, yılın hemen her haftası hareketli ve otelleri dolu olan Puerto Vallarta’ya akın eden Amerikalı turistler gibiyim. Sıkıcı bulduğum, bu ‘tatil moduna girmiş Amerikalı’ imajı aslında hoşuma gitmiyor. Hele ki Meksika’nın bazı yerlerindeki adeta Amerikalılar için ‘tasarlanmış’, yüksek katlı, ruhsuz beş yıldızlı otellere ve turistik restoranlara sahip ‘tatil kasabaları’ bana göre son derece antipatik.
Bu yüzden uçuşum her ne kadar Amerikalılar arasında oldukça popüler tatil destinasyonlarından Puerto Vallarta’ya olsa da, amacım buradaki kalabalığın arasından süzülerek, otobüsle bir saat kuzeye yönümü çevirerek San Pancho’ya varmak.
Bir gün öncesine dönecek olursak, aslında hikayenin başında biletim ve niyetim Meksika’nın yine Pasifik kıyısında bulunan Los Cabos’a idi. Karar verme aşamasında koca Meksika’da deniz kıyısı yer beğenememiştim. (Tulum’u görmüştüm, zaten de Atlantik Okyanusu bu sezon yağışlıydı, Acapulco gereksizdi, vs vs…) Derken en son Los Cabos’ta karar kılmıştım, ancak içime tam olarak sinmeyen bir şeylerin varlığını hissedip huysuzluk ediyor ve bileti değiştirme ihtimali olup olmadığını düşünüyordum ki instagram’da paylaştığım bir fotoğrafı ‘Hotel Cielo Rojo’ adında bir otel beğendi. Hayatta işaretleri takip etmeyi hep sevdim. San Pancho çoktan keşfedilmiş olabilir ancak kişisel keşfim de işte bu işaretleri takip etmeme bağlı. Otelin sayfasına girip baktığım an oranın beni çağırdığına emindim. Organik mutfağı, minik verandası, sıradan olmayan, her biri farklı dekorasyona ve ruha sahip odalarıyla benim için yeterince davetkardı. Otelin San Pancho’da konumlandığını öğrenince bileti, buraya bir saat uzaklıktaki Puerto Vallarta’ya değiştirme şansım varsa içime sinmeyen Los Cabos’ta değil, yarın bu sevimli kasabada olacaktım.
Interjet Havayolları satış ofisinin kapanmasına yarım saat kala ertesi günkü Puerto Vallarta uçuş saatlerine bakıyordum bile. Son anda değişiklik yapılabildiğinde San Pancho ve Hotel Cielo Rojo için hazır ve mutluydum.
Hasır şapkamla uçağa bindiğim ana dönecek olursak… Bir saatlik uçuş sonrası Puerto Vallarta’ya iniyorum. Acenta çalışanları ve turistlerin transferlerini yapacak kişiler ellerinde kağıtlarla alanın çıkışında bekliyor. Otomatik kapıdan çıktığım an yüzüme fırının kapağı açılmış gibi bir sıcak çarpıyor. Yüzlerce turistin ve onlarca karşılayanın arasından çıkıp görevlinin tarif ettiği üzere alanın hemen yanındaki yolda San Pancho otobüsünü beklemeye başlıyorum. Arka arkaya pek çok otobüs geliyor durağa. Sıcağın fena bastırdığı bir öğle sonrası. Bir saatlik uçuşla iklim tamamen değişti. İnanılır gibi değil. Gelen otobüslerden birinin şoförü Sayulita’ya kadar binip, oradan otobüs değiştirebileceğimi söylüyor. Sıcak, toz, çeşitli yerlerde inip binenler ve etrafa bakınarak geçen yarım saat sonrasında şoför, Sayulita kavşağında diğer otobüsün şoförüyle anlaşarak beni indiriyor. Klimalı bir otobüse binince biraz rahatlıyorum. Zira bu kısa bir yolculuk olacak. 10-15 dakika kadar yemyeşil bitki örtüsünün ve ağaçların kapladığı yollardan geçtikten sonra San Pancho kavşağında iniyorum. Çantam ağır olmadığı için taksiye binmeye gerek görmeden, otele kadar kasabanın atmosferini koklayarak yürümek istiyorum. Burası gelmeden önceki hızlı araştırmam sonucu anlamış olduğum gibi, bohem bir atmosfere sahip, ‘hippie’ ruhlu bir sörfçü kasabası. Lüks bekleyenler buraya yollarını düşürmesinler. Zira burası Türkiye’de Olimpos, Kabak Koyu ruhu sevenler için çok daha uygun.
Hotel Cielo Rojo, sevimli girişi ile karşılıyor. Gün batımına az zaman kaldığından bir an önce odaya eşyalarımı bırakıp sahile ışınlanmak istiyorum. Odadaki ve ortak alanlardaki tabloları, objeleri, odadaki yatak örtüsünü, dekoratif yastıkları, renkli seramik lavabosunu ve diğer detayları hızlıca ve detaylara bayılarak gözden geçirip, hemen üzerimi değiştiriyorum.
Sahile giden sokakta yürürken sevimli duvar çizimleri, alternatif kafeler ve butikler görünce iyice keyifleniyorum.
Sahile ulaştığımda palmiyelerin arasından süzülen güneşin son ışıkları son derece ilham verici. Uzun beyaz sahil rüya gibi renklere ve ortama bürünmüş. Sörf tahtaları ile günün son dalgalarını yakalamak için okyanusla kucaklaşan sörfçüler, kumsala oturmuş güneşin son ışıklarının her dakika değişerek gökyüzünde bıraktığı eşsiz tonları izleyenler, köpeğiyle sahilde oyun oynayanlar, gitarını alıp bir başına manzaraya bakarak şarkı söyleyen kız, atlarını kıyıda ufak bir lagün oluşturmuş su birikintisine yıkamak için getiren kovboy şapkalı adam, dalgaların gümbürtüsü, güçlü dalgaların kıyıda bıraktığı ve masalsı bir atmosfer oluşturan incecik, sisten tül perdesi… Hayatta bazı anların fotoğrafını beynimiz çok daha iyi çekiyor sanıyorum. Sesler, renkler, görüntüler birbiriyle yarışırcasına beynimizin ‘unutulmayacaklar deposunda’ yerlerini alıyorlar.
San Pancho’nun eşsiz günbatımlarıyla tanışmam da işte böyle oldu. San Pancho, adını duyunca bile bir sempati duyduğum, gördükten sonra da yanılmadığım alternatif bir destinasyon.
Bu minik sahil kasabasında günleri nasıl geçirdiğime gelince. Herşeyden önce burada ‘yavaşlamayı’ öğrenmek gerekiyor. Burası, acelesi olmayanların, kahveden, kakaodan, organik yiyeceklerden, yavaş yemekten, sörften, kumsalda sabahın erken saatlerinde uzun yürüyüşlerden, uzun uzun gün batışını izlemekten keyif alanların, hayatın ufak zevklerini yüceltenlerin kasabası. Evet sıcak bunaltıcı, minik kasabadaki toz hiç bitmiyor ama vadettikleri çok daha fazla.
Tozlu ve sıcak üç günün sonunda, tam da ayrılacağım günün sabahı nefis bir yağmur yağdı, her şeyi temizleyen ve arıtan. Yağmur sonrası gökyüzü de San Pancho’nun renkleri de adeta tozu alınmış gibi pırıl pırıldı.
İkinci günümde tanıştığım Entre Amigos Community Center’ın projelerinden ise büyülendiğimi itiraf etmeliyim. Aile ve çocuk gelişimini destekleyen, çocukların olduğu kadar büyüklerin de tüm günü geçirebileceği kadar çok kitap, oyun ve workshop’un olduğu kasabanın bu sevimli merkezi, ‘bir yerlerde daima iyi bir şeyler düşünen, üreten insanlar var’ dedirtti bir defa daha. Hatta hiç ummadığımız yerel, küçük yerlerde bu gibi işler şaşırtıcı biçimde çok daha ruhunu kaybetmeden ve gerçekten ‘işe yarayarak’ devam ettirilen bir organizasyona sahip oluyorlar.
Buradaki ‘geri dönüşüm’ projesi ise takdiri ayrıca hak eden bir konu. Atık şişeler ve camların geri dönüşümüyle, workshop’larda dekoratif mumluklar, bardaklar ve objeler ortaya çıkmış. Ayrıca diğer ‘workshop’larda kağıttan yapılmış takılar, artık kumaşlardan yapılmış yastık kılıfları, çantalar da son derece sevimli sunumlarıyla bu ilham veren merkezde satılıyor. Bağışlanan ikinci el kıyafet ve bilumum eşyaların da satışa sunulduğu ‘shop’ kısmında, kullanılmamış miyop, 2.30 numara lens seti bile gördüm, neredeyse göz numarama uygun olsa alacaktımJ Onun yerine yeşil şişelerden kesilerek yapılarak mumluklar ve birinin işine yaramayan ancak benim görünce bayılarak aldığım Meksika işi örtü mutlu olmama yetti de arttı bile.
‘3. Dünya Ülkeleri’ne örnek olmasını hedefleyerek San Pancho’yu geliştiren dönemin Başbakanı Echeverria’yı vizyonundan dolayı içtenlikle tebrik etmek gerek. Bu minik kasabada yaşayanlara okul, hastane gibi gerekli kurumları sağlarken, özel bir ruhu olduğunu düşündüğüm ve 70’lerin başına kadar elektriği ve suyu bile olmayan bu kasabayı, aynı zamanda birbirinden farklı milletten insanın ikinci evi ve yaşam alanı olarak benimsemesine sebep olarak bir çekim merkezi haline getirebilmek bir başarı. Buradaki ana caddenin adı da, ‘Üçüncü Dünya Ülkesi’ anlamına gelen ‘Tercer Mundo’. Ara sokaklar ise Afrika, Pakistan, Küba, Şili, Mısır gibi üçüncü dünya ülkelerinin ismini taşıyor.
Sörf malzemeleri satan dükkanlar, alternatif butikler ve organik beslenmeyi hedeflemiş sevimli kafeler ise üçüncü dünya ülkesi imajından uzakta. Her salı kasabanın meydanında kurulan minik bir ‘mercado’ (pazar) olduğunu duyuyorum. Pazarda çok fazla alternatif bulunmuyor ancak bu pazarın da kasabadaki ruha uygun ‘ortak bilinçle’ organize edildiği belli, güzel bir çaba olduğundan biraz zaman geçiriyorum. Organik atıştırmalıklar, Meksika işi örtü ve yastık kılıflar, el yapımı takılar ve hippie ruhuna uygun kıyafetlerin olduğu stantlara göz atıyorum. Meksika müzikleri yapan bir grup ortamı neşelendiriyor. Müzik deyince, akşamları sokaktaki restoranlardan ya da ara sokaklardan birinden mutlaka canlı müzik sesi yükseliyor. Bunun bir iki yerle sınırlı olması, burayı tatil köyüne çevirmeden yavaşlığını yaşamak isteyenler için yetip de artıyor bile. Burayı gördükten sonra bu gruba ben de dahil oluyorum. ‘Mass turizm’den kaçanlara, dalga sesleri ve doğanın gücü ve enerjisi ile kafasını ve ruhunu, ‘organik’ yiyeceklerle ise vücudunu beslemek isteyenlere burası Meksika’daki en alternatif cennet.
San Pancho Civarında Neler Yapılır?
Sayulita
San Pancho’nun atmosferini sakin bulanlar, biraz eğlence ve hareket arayanlar araba veya otobüs ile 15 dakika mesafedeki Sayulita’nın canlı ve ‘turistik’ ortamını sevecektir. Açıkçası Sayulita’da geçirdiğim birkaç sıcak öğleden sonra saati, koşarak San Pancho’ya dönme dürtümü pekiştirdi ancak pek çok kişi burayı sevebilir. Malum, seyahatte beklentiler ve zevkler kişilere göre çok değişken olabiliyor. Rengarenk Meksika işi örtülerinin, objelerin satıldığı standlar, dükkanlar, restoranlarla dolu bir sahil kasabası olan Sayulita’da konaklama alternatifleri de hayli fazla.
Sahili San Pancho’da olduğu gibi sürfçülerle, gün batımını seyredenlerle dolu. Buradaki dalgalar daha az vahşi olduğundan denize girme olanağı da sağlıyor. Öğle saatlerinde, sahilde kavurucu güneşin altında, tüylü, devasa kostümleriyle dans gösterisi yapan Aztek dansçılarının olması buranın ne kadar ‘turistik’ olduğunu açıklıyor sanırım. Yine de Meksika’yı ‘yüzeysel’ tanımayı yeterli bulan bünyelere değişik ve renkli gelecektir. Sahilde yan yana dizili kulübelerden birindeki masaj yatağına uzanarak tüm bu hengamenin ve dalga seslerinin içinde masaj yaptırabilirsiniz. Masajın popüler olmadığı Meksika’da Tayland kadar masajcının bulunmasını da ister istemez yine bir para kazanma yöntemi olarak düşündüm.
Punta Mita
Sayulita, San Pancho gibi sahil kasabalarındaki butik otel ve daha ‘alternatif’ konaklama mekanlarını tercih etmeyenler, lüks ile özdeşleşmiş Punta Mita’da konaklayabilir. Burada W Hotel, St. Regis gibi otel zincirleri bulunuyor. Kim Kardashian buraya tatile geliyor ve Gwyneth Paltrow’un da burada bir malikanesi bulunuyor.
Seçil Sağlam