TRİNİDAD/KÜBA – ÖMER ÇAĞATAY İZLENİMLERİ İLE

 

ÖMER ÇAĞATAY İLE TRİNİDAD

En güzel macera; bilinmeyene doğru olandır diye çıktık Havana’dan. 21. Yüzyıl’ın en niteliksiz arabasını kiralayıp hiçbir trafik levhası olmayan, arada ayıp olmasın diye asfalt dökülmüş, ışıklandırmanın güneşten, navigasyonun tahminden ibaret olduğu, şeritlerden yoksun, yolların bodur bitkilerle ayrıldığı kısacası nereden gelip nereye gittiği pek belli olmayan Küba otobanında düz vites araba kullanmayı öğrenmek bana göre maceranın tanımıydı.

 

Arabayı kiraladığımız Hotel Inglaterra’dan bir yol haritası almıştık ama pek bir işe yaramıyordu. Macera aslında daha orada başlamıştı. Havana-Trinidad arası yaklaşık 350 kilometreydi fakat içerisinde bulunduğumuz koşulları düşündüğümüzde bu mesafe çok daha uzundu. Kuş dili ve yansıma efektlerinin büyük bir kısmını oluşturduğu akışkan İspanyolcamızla otobana çıkmak için herkesten yardım istiyor fakat herkesten farklı bir tarif alıp benzin tüketiyorduk.

 

  • Yazının fotoğraflarına bakmak için tıklayınız
  •  

    Otobana ulaşırsak gerisi kolaydı, ya da öyle umup motive oluyorduk. Yaklaşık bir saat sonra Havana’dan çıkıp otobana girdiğimiz an belki de kutlanması gereken bir olaydı. Onda da farklı yöne doğru gittiğimizi birkaç kilometre sonra anladık. Bereket, otobanın ortasında gidiş ve gelişi ayıran çimlerdi. İstenilen yerden geri dönülebilinirdi. Zaten yolları bomboştu, çok az araba vardı. Nostaljik klasik arabalar o yolları gidecek donanıma sahip değildi, onlar Havana’nın kolonyal dokusunda kalmıştı. Yolda sadece tek tük bizim gibi araba kiralamış kaşifler ve üst kısmı kafesle örülmüş, insan taşan otobüsler vardı.

     

    Havana’da müzik yapan gruplardan aldığımız CD’leri keyifle dinliyor ve Küba’nın orta kesimine doğru ilerliyorduk. Hava durumu çok değişkendi, bizim seyahat motivasyonumuzla doğru orantılıydı. Bir anda yağmur yağıyor sonra hemen güneş açıyordu. Küba’da çok fazla dağ, tepe olmadığı için bütün coğrafyayı hayal kurarak izleyebiliyorduk. Yemyeşil bir örtü, bebek mavisi gökyüzü, topaç topaç bulutlar…

    Trinidad üzeri ilk durağımız olan Santa Clara’ya vardığımızda soluğu hemen ünlü Che Guevera heykeli ve anıt mezarının olduğu yerde aldık. Santa Clara, Küba Devrimi’nde önemli bir yere sahip olup Che Guevera’nın mezarının bulunduğu şehirdir. Devrim uğrunda bu ziyaretimizi gerçekleştirdikten sonra şehir merkezindeki Parque Vidal’da Ayyaş Gonzalo ile tanıştık ve derin muhabbete daldık. Nasıl solcu yetiştirilmesi gerektiğinden, güzel liseli kızına; ana besin kaynağının rom olmasından, Trinidad yolculuğumuzun detaylarına birçok enteresan anekdotlar dinledik.

     

    Kendisinden sıyrılmak pek kolay olmadı fakat tekrar yola düşmek gerekirdi, daha üç saat vardı ve anayol değil köy yolu gibi toprak ara yol yolculuğu yaptık. Hava kararmış, yağmur yağıyordu, elektriğin uğramadığı yerlerdeydik. Kaç kere kaybolduğumuzu, kaç otostop yapan yerliyi aldığımızı sayamadık. Bir yandan insanları istedikleri yerlere bırakıp sevap işliyor, bir yandan da sürekli kaybolduğumuz ve bizi yönlendiren hiçbir levha görmediğimiz için küfür edip günaha giriyorduk.

     

    Artık korkmaya başlamıştık, insandan çok hayvan görüyorduk, yol gösteren tabelalar daha azalmıştı, yol ayrımlarında yol belirten yazılar yokolmaya başlamıştı. Neyse ki doğru yoldaydık, denize yaklaştığımızı yola çıkan koca yengeçlerden anlamıştık. Nasıl oralara kadar gelmişlerdi, çok çirkinlerdi. Hızlıydık, sürekli yengeç ezip tebessüm ediyorduk. Lastikleri yengeç kabuklarıyla sıvadıktan bir süre sonra Trinidad’a varmıştık. Apayrı bir havası vardı, büyüleyiciydi. Karanlıkta görebildiğimiz kadarı bize ertesi gün için ipucu veriyordu. Arabayı park ettik ve iner inmez halkın ilgisiyle karşılaştık. Yemek, kalacak yer için turistleri rahat bırakmıyorlardı anlaşılan.

     

    Çok acıkmıştık, en büyük fizyolojik ihtiyacımız yemekti. Oval çakıl taşlı sokaklardan geçerken herkesin evinin içine bakmayı ihmal etmiyorduk. Kimisinin girişinde şık bir masa ön planda ziyaretçilerini bekliyor, kimisinde nineler dedeler sallanan sandalyesinde uyuyakalmış, kimisinde ailecek televizyon izleniyordu, birinde sadece korku filmlerinde rastlanacak cinsten bir . Biraz dolandıktan sonra çok merkezi bir restaurant olan Restaurant Sol’de geç yemeğimizi yedik. Restoranın şıklığı ve eskinin güzelliği bizi cezbetmişti. Ambians o kadar hoştu ki fotoğraf makinesini almadığımız için pişman olduk. Eski, tozlu mobilyalar, paslanmış bakır ve renkli cam objeler, yırtılmaya yüz tutmuş dantel örtüler, yüzyıllık servis araçları…

     

    Fakat yemekler için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. İkimizin de en kötü akşam yemeği olduğu konusunda hemfikirdik. Keşke herhangi bir “paladar”da yeseydik. Küba’nın geneli paladarlarla yani evlerini restoran olarak kullandıran ve bundan iyi para kazanmayı benimseyen ev sahipleriyle dolu. İlk başta soğan ve domates çorbası istedik. Bildiğimiz soğan ve domatesten farklı değildi. Sadece bu malzemeleri suya atıp kaynatmışlar ve gerçekten içilemeyecek bir hale getirmişler. Allah’ım beni affet; rezaletti! Çorbanın içerisinde halka halka soğanlar, ötekisinde de domates parçaları vardı.

    Sanki bu çorbaların isimlerini başka menülerde görmüşler ve hiç tadına bakmadan suyun içine atıp kendi tariflerini hazırlamışlardı. Karnımızı ekmekle doyurduktan sonra kutsal kitabımızdan bulduğumuz ‘casa particular’ımız Casa Munoz’a geldik. Ev sahibi Julio Munoz, Trinidad eşrafının renkli ve tanınan simalarından olup National Geographic dergisi fotoğrafçısı, at antrenörü ve aynı zamanda mühendis kimliğine sahip bir büyüğümüzdür. Julio Amca bizi bir garip karşıladı. Odası çok güzel, çok genişti, her şeyi düşünmüştü reis. Odada buz dolabı, pervane, klima ve üç ayrı elektik prizi çeşidi vardı.

     

    Dünyanın dört bir yanından gelen gezginlerin sıkça tercih ettiği bir casa particular’dı anlaşılan. Gece soluğu Küba’nın genelinde yaptığımız gibi ‘Casa de la Musica’da aldık. Fakat Havana’daki kadar tatmin olmadık, çok sakindi. Salsa öğrenmek için idealdi, Kübalı oynak dostlar güzel turistleri himayesi altına almış döndürüp duruyorlardı. Çok yorgun olduğumuz günü bitirmek için evimize döndük. Ertesi gün Trinidad’ın renklerine kavuşmak için sabırsızdık.

     

    Trinidad, Küba tarihinin en zengin ve aristokrat kentiymiş. Sömürge döneminde kurulmuş olan bu şehrin bugüne kadar nasıl böyle mükemmel bir durumda korunduğu şaşkınlık verici cinsten. Çakıl taşlarla döşeli sokakları, taptaze pastel renkli duvarları, ulu Karayip palmiyeleriyle süslenmiş ve sade kilisesinin yer aldığı Plaza Mayor’uyla tabii ki Unesco Dünya Mirası’nın koruma altına aldığı yerlerden. Eski şehir merkezinde, kolonyal mimarinin pastel renkleri ve boyalı parmaklıklarının uyumunda kaybolmaktan çok memnunduk. Birbirimizle iletişime bile geçmiyor, sadece kendi masalımızı kurguluyorduk. Dilimiz hareket etmiyor, sadece gözümüz seçip beynimiz bizi yönlendiriyordu. Böyle taze pastel renkleri görmemiştim. Pencereler, kapılar, balkonlar, sütunlar, detaylar o kadar farklı kombinasyonlarda, kontrast renklerde boyanmıştı ki acaba daha neler buluruz diye bütün sokakları görmek istiyorduk. Su yeşili, açık pembe, turkuazımtrak mavi ve tatlı hardal sarısı kolonyal mimaride ayrı güzel duruyordu.

     

    Trinidad’a gelip kalan turist sayısı çok azdı. Turlar genelde günübirlik geliyordu. Fakat kalmaya ve bir daha gelmeye değecek bir niteliğe sahipti burası. Şehirde bol bol fotoğraf çektirdikten sonra dükkanlara uğradık. El sanatları bu turistik izole yerde tavan yapmıştı. Çok keyifli ve ilgi çekici hediyelik eşyalar, biblolar vardı. Kağıttan bir coco taxi’yle, yerel sürtmeli çalgılardan birini çalan tahta bir çalgıcı biblosu aldım. Trinidad maceramızı sonlandırmak istemiyorduk, burası anlatılanlardan daha da heyecan vericiydi. Dönüş yolumuzda hazır buralarda kadar gelmişken Küba’nın meşhur plajlarından Playa Ancon’da serinlemek istemiştik. Ancon’un çok güzel bir plaj olduğunu ve Küba’da denize girilecek en güzel yerlerden biri olduğunu duymuştuk. Bir otelin plajına gittik, gizlice ulu orta mayomuzu giyindikten sonra suya koştuk. Bizi pek fazla mest etmese de serinlemiş olduk.

     

     

    Daha iyilerini görmüştük. Suda biraz takıldıktan sonra yağmur da şiddetini arttırınca arabamıza koşup giyinmeye çalıştık. Araba zaten iğrenç kokuyordu, bizden önce kiralayanlar yengeç, ıstakoz kurutup üzerine işemiş gibi keskin bir koku vardı. Bizim rutubetimizle daha da korkunç bir koku iliklerimize işlemeye başlamıştı. Yolumuz üzeri şekerkamışı plantasyonları vardı. Trinidad 18. Yüzyılda şekerkamışı ticareti sayesinde ülkenin en önemli üçüncü kenti durumundayımış. Tarlaların, ormanların, tepelerin arasında kıvrılmaya az kalmıştı. Bir sonraki durağımız olan Varadero’ya 300 km vardı…

     

    Yazının başına dönmek için tıklayınız

      

    Ömer Çağatay