AKDENİZİN DOĞUSUNDAN BATISINA
Utku Tansuğ’u takip etmek için: http://yeryuzunugezerken.tumblr.com/page/2
Turunç ağaçlarının sokakları portakal rengine boyadığı bir şehir burası. Hele bu mevsim yolda yürürken yere dökülmüş bir turuncu şutlamaktan kendinizi almadan bir yürüyüş yapmanın mümkün olmadığı. İspanya`nın güneyinde 36 derece kuzey paralelinde yer alan 700,000 nüfuslu, ülkenin dördüncü büyük kenti Sevilya (İspanyolca Sevilla olarak yazılır) burası. Kent, Akdeniz ikliminin tüm özelliklerini ve bitki örtüsünü taşıyor.
Sevilya, kıta Avrupa`sının en sıcak iklim değerlerine sahip noktası. Yazları kavurucu sıcak, kışları ise kısa ve çoğu zaman gündüzleri bir kazakla idare edebileceğiniz denli ılık. Şehrin ortasından geçen Guadalquivir nehri Sevilya`dan sonra bir 80 km daha yol alarak, Akdeniz`e son anda bir çalım atarak Sanlúcar şehrinde Atlantik Okyanusu`yla buluşuyor. Bu tarif bilmem biz Adanalılar’a bir yerlerden aşina geliyor mu?
Gualdalquivir Arapça “ Büyük Nehir” anlamına geliyor ve şehri maviye boyuyor. İşte o nehir sayesinde 16. yüzyılda Amerika`nın zenginliklerini keşfeden İspanyol fetihçiler, Yeni Dünya’nın hazinelerini yüzyıllar boyunca gemilerle denizden içeride yer almasına rağmen Sevilya`ya kadar taşımışlar. Sevilya, Kraliyet tarafından Yeni Dünya’dan gelen gemilerin mallarını boşaltabildiği liman olma hakkını, yarım yüzyıl kadar tek başına elinde bulundururken, eski dünyanın tüm tüccarları yeni dünyanın mallarını satın almak üzere Sevilya’ya akın etmiş. Sevilya da zenginleşmiş de zenginleşmiş.
Guadalquivir nehrinin üzerinde Sevilya`nın iki yakasını birbirine bağlayan ilk köprü olan Puente de Isabel II Triana`nın hemen bitişiğinde bir kafedeyim. Bu köprü kimi Sevilyalı’ya göre hala nehir üzerinde yer alan en güzel köprü. Ama ne mutlu ki nehrin gerdanlığının daha sadece 20 yıl kadar önce dünyaca ünlü mimar Santiago Calatrava tarafından tasarlanmış olan asma köprü `Alamillo` olduğunu düşünenler de az değil.
Şubat ayı olmasına rağmen hava 20 derecenin üzerinde. Bütün bir kent kış ortasında bahar tadı yaşatan bu ılık Pazar gününün tadını çıkarıyor. Oturduğum yerden nehrin karşı yakasındaki yeşilliklere serilerek günün tadını çıkaran binlerce Sevilyalı’yı izliyorum. İrili ufaklı gruplar dolusu insan, içecek stoklarını yapmış, örtülerini çimlere sermiş, aralarında sohbetlere tutulanlar; kağıt oynayanlar… Gitar çalıp dans edenler, iki ağacın arasına yerden 50 cm yükseklikte gerdikleri ipin üzerinde denge ve yürüme egzersizleri yapan amatör cambazlar, sopa ve top çeviren jonglörler, sere serpe uzanmış, t-shirtlerini çıkarıp güneşlenenler, kendi ülkelerinin yaz mevsiminden farkı olmayan bu güneşin tadını, işi bir adım ileriye götürerek bikinileriyle güneşlenerek çıkaran İngilizler, paten kayanlar, bisiklete binenler, uzanıp da kestirenler.
(fotolar: Guadalquivir Nehri etrafında yaşam manzaraları)
Bir kürek takımı nehrin durgun sularını sıyırarak geçiyor. Bir grup ratlariyla balık avlıyor… Bazıları deniz bisikletiyle romantizm yasıyor. Nehrin kıyısına yayılmış bu hayatın ardında ise Sevilya`nin belli başlı kentsel yapılarından bazıları seçiliyor. İspanya`nin belki de en görkemli `boğa arenası`, Plaza de Toros Maestranza, Kilisenin kulesi Hildalgo’ ve tabi İspanyol fetihçilerin 16. yüzyılda yeni dünyadan gelen paha biçilmez hazineleri muhafaza ettikleri efsanesiyle meşhur “Torro de oros” (Altin Kulesi).
(Foto: arkada “Torro de Oros”)
İspanyollar, daha özele indirgemek gerekirse Endülüs halkı hiç şüphesiz hayatın tadını çıkarmayı yeryüzünde en iyi bilen halklardan biri…
1992 yılında yapılan Expo fuari Sevilya`nin çehresini değiştirmiş. O zamana kadar İspanya`nın sanayileşmiş bölgelerine göre kentsel anlamda geri kalmış olan Sevilya, bu tarihte kapsamlı bir makyaj yapıyor. Guadalquivir nehri üzerine inşa edilen 4 adet daha köprüyle kentin iki yakası sıkı sıkıya birbirine bağlanıyor. `Circular` diye tabir edilen kentin etrafını kat eden dairesel ana yol ve yeni kent planlaması expo fuarı öncesinde yapılan bu hazırlıklarda tamamlanıyor.
Akdeniz’in doğusundan batısına bir çırpıda ulaşmak kolay değil. Adana`dan yollara sabah koyulduğunuzda en az 2 duraktan sonra akşam saatlerinde Sevilya`ya ancak ulaşabiliyorsunuz. İlk durak İstanbul, sonra ise Span air veya Türk havayollarını tercih ederseniz ikinci durak genellikle Barselona` da. Ancak tabi iyi bir seyyah bir taşta birkaç kuş vurmak için hiçbir fırsatı kaçırmamalı. Bu yüzden benim tavsiyem Adana`dan Pegasus`la İstanbul aktarmasıyla Roma`ya ulaşmak. Oradan da seyyahların dostu Ryan Air`in Roma Sevilya direk uçuşunu yakalamak. Böylece daha önce Roma`da bulunup cebinizdeki bozuklukları başınızın üstünden fırlattıysanız Fontana di Trevi’nin (nam-ı diğer “Aşk Çesmesi”) gürüldeyen sularına, bir de eğer tuttuğunuz dilek geldiyse yerine, bu ritueli bir kez daha yerine getirme fırsatını da kaçırmak istemeyebilirsiniz! Ucuz havayollarıyla gerçekleştirilecek bu uçuş oldukça ekonomik olabileceği gibi Adana-Roma-Sevilya`dan oluşan enteresan bir Akdeniz üçlemesi yapmanıza imkan sağlar. Bu rotanın dönüşünü Spanair aracılığıyla Barselona aktarmalı tek yön gerçekleştirebilirsiniz.
Gel gelelim geri Sevilya’ya.
Birkaç gün önce Sevilya hava alanına varır varmaz her Sevilyalı gibi sıraya girdim ve havaalanından kent merkezine giden belediye otobüsüne bindim. Şanslıydım ki otobüse bindikten hemen sonra şoför, artık tıka basa dolmuş otobüse hala doluşmaya çalışan arkamdaki çifti azarlayarak kapıları kapattı. Otobüsün bazı koltukları çıkartılarak yerine valizlerin yerleşebilmesi için bir raf sistemi yapılmış olduğu için otobüste etkin bir oturum gerçekleştirmek mümkün olabilmiş.
Sevilya`nın tarihi kent merkezinde oldukça geniş bir alan trafiğe tamamıyla kapatılmış durumda. Kent merkezi irili ufaklı onlarca meydanla dolu. Bu meydanların her biri meydanın insanla bütünleşmesine imkan tanıyacak şekilde tasarlanmış. Buna Sevilyalılar’ın dünyaca meşhur sokak kültürlerini, bölgenin her daim sokaklarda olmaya teşvik edici ılıman iklimini ve bir de şehri her sene ziyaret eden 15 milyon turisti ekleyince, sokaklar insanlarla dolup taşıyor.
Kimi zaman bu kadar geniş bir alanın trafiğe kapalı olmasının getireceği lojistik sorunlar akla gelse de kent merkezinde bir yürüyüşe çıktığımız zaman, orada yaşayan ve çalışan insanların bir şekilde buna ayak uydurmuş olduklarını fark ediyorsunuz. Bundan birkaç sene önce Sevilya caddelerine bisiklet yollarının inşası başladığında buna tepki gösteren Sevilyalılar hiç de azınlıkta değilmiş. Zira bisiklet yollarının inşası araba ve yayalar için ayrılan yolların ufalması pahasına oluyor. Şimdiyse Sevilyalılar kentin bu yeni düzeninden memnun gözüküyor.
Sevilya`da oldukça etkin, çevreci sağlıklı bir bireysel / kentsel ulaşım sistemi kurulmuş. Aslına bakarsanız bu ulaşım sistemi son yıllarda Avrupa`nın ileri görüşlü birçok kentinde karşınıza çıkmaya başladı.
Sistem şehir geneline yayılmış ortak bir bisiklet ağından oluşuyor. Bu sisteme ufak bir depozito karşılığında üye olarak bir kart ve şifre alıyorsunuz. Kent genelinde ortalama 300 metrede bir konuşlandırılmış herhangi bir bisiklet parkından, istediğiniz bir bisikletin, şifrenizi ve kartınızı kullanarak kilidini açıyor ve` ödünç alabiliyorsunuz`. Dilediğiniz bir başka bisiklet istasyonunda yine bisikletinizi park yerine kilitleyip, yolunuza devam ediyorsunuz!
(foto: Sevilya’da “şehir bisikleti otoparkı”)
Bu sistemin kentsel çevresel ve toplumsal faydaları insanı hayran bırakıyor. Kent merkezi içerisinde trafiği azaltarak insanları çok daha çevreci bir ulaşım şekli olan bisiklete özendiren bu sistem sayesinde kent merkezinde araç trafiğine yasaklanmış birçok noktaya da zaten bisikletle ulaşmanız mümkün oluyor.
Yayaların yoğunlukta olduğu kent merkezinin sefasını insanlar egzoz solumadan sürdürürken bir kent dolusu insan, bisiklet kullanmaya özendiriliyor. Binlerce insana kazandırılan bu alışkanlıkların orta ve uzun dönemde genel kamu sağlığına katkısı, bu katkının da kamu sağlık harcamalarındaki düşüşe etkisi üzerine, eminim İskandinav Üniversiteleri bir araştırma yapmıştır.
Muhtemelen dünyada en güzel fiziğe sahip insanların yaşadığı Kopenhag’ı 10 yıl önce ilk gördüğümde çok şaşırmış, nüfusun fizik ölçüleri ortalamasındaki dünyaca kabul gören bu mükemmele yakın değerlerin nedenini bir süre anlamaya çalışmıştım. Çok geçmeden, bir Kopenhaglı olup da kent hayatına karıştıktan sonra, işe giderken, evime dönerken, süpermarket alışverişine çıkarken, gece arkadaşlarımla buluşurken ve çakırkeyif sabaha karşı evime dönerken, kendimi bisikleti bir araba mahiyetinde kullanırken bulunca, anladım. Ortalama günde 1 saat bisikletimin üzerinde yaz demeden kış demeden yol alırken, gün be gün daha sağlıklı bir insan olmaya başlamıştım!
Spora ayıracak günde 1 dakikası bile olmadığını ileri sürenler dahil, bir ülke dolusu insanın sadece günlük yaşantılarını sürdürürken günde ortalama 1 saat bisiklet kullandığını hayal edebiliyor musunuz?
Biz şimdilik Kuzey Avrupalılar’ın bu dillere destan güzelliklerinde bisikletin oynadığı rolün etkisini bir kenara bırakıp , bu sefer Akdeniz`in doğu yakasında turunç ağaçlarıyla ve ılıman iklimiyle, eh hadi yeri gelmişken bahsedelim, bir de esmerleriyle meşhur bir başka kente dönelim.
Bundan birkaç sene önce Turgut Özal bulvarında kaldırım yenileme çalışmaları başladığı zaman gözlerim parladı. “İşte!” dedim kendi kendime: `Ülkemizin en ılıman, ait olduğu coğrafi bölgeye dahi ismini verecek denli düz bir yapıya sahip bu kentinde , 21. yüzyılda yapılan bir kaldırım yenileme çalışmasında tabi ki de bisiklet yolları düşünülmeden geçilemez!` Üstelik bu kaldırımlar genişlik olarak böyle bir düzenlemeye bu kadar uygunken! Eskisine göre daha temiz ve düzenli bir kaldırıma sahip olmuştu Adanalılar, doğru! Ne var ki, yeni kaldırımlarımız bana göre sadece minimum standartları karşılıyordu.
(foto: Sevilya’da bisikletlerle ulaşım çok kolay”)
Ortada ne bir bisiklet yolu, ne araçların park etmesi icin düzenlenmiş park alanları gözüküyordu. Bırakın tüm bunları engelli geçişleri bile laf olsun diye yapılmıştı.
Adanamız’ın incisi merkez parka herkes gıptayla bakar ve övünür. Gerçekten merkez park sayesindedir ki kent hayatına yıllardır bir türlü katılamayan Seyhan Nehri hayatımıza bir parça daha katılabilmiştir. Hoş fıskiyeler, geniş yeşillikler, görkemli merkez cami ve şehir silueti, yürüyüş ve bisiklet yollarıyla gerçekten de Adana`nın hatırlamaya yaşımın el verdiği son 25 yılında yapılan en güzel kentsel yapılandırmalardan biridir. Yiğide hakkını verdikten sonra bu güzelliği büyük bir icraat kampanyasına dönüştürmek için yıllardır hiç bir fırsatı kaçırmayan yerel yöneticilerimize birilerinin hep şu soruyu sormasını beklediğimi eklemeliyim: `Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden Türkiye`nin ilk sanayileşen ve en büyük kentlerinden birinde, daha fazlasını beklemek çok mu olur? Parkımız güzel, harika! Peki ya diğerleri? Şehrimize, acil ihtiyaç duyduğu sıçramayı yapmasını sağlayacak, öncü, yenilikçi projeler? Kaynaklarımızın etkin ve doğru projelerde kullanılmasını sağlayacak sağlam bir yerel yönetim yapılanması, niş sektörlere odaklanma, örneğin yenilenebilir enerjide öncülük, eski kent merkezinin yenilenmesi, turizmin canlandırılması, aklıma gelen onlarca konuyu bir başka sefere saklayacağım… Kötümser veya nankör gözükmek istemem, ama birilerin her fırsatta bana aynı birkaç projeyi gururla gösterip durmasından sıkıldım! Evet bunlar çok güzel, ama bunlar Adanalı için bir lütuf değil, etkin yönetimlerle cok daha fazlasını yapmaya yetecek kaynağımız olduğunu biliyorum.
Velhasıl o derya gibi kaldırımlar yenilenirken insanlarin keyifle ve güvenle bisikletle bindiği, gençlerin paten ve kaykaylarıyla çalım attığı sıfır maliyetle aradan çıkartılacak yollar bir başka bahara kaldı.
Olsun biz de kent merkezimizde huzurla ve keyifle yürüyüşe çıkarız, hem zaten biz Adanalılar pek öyle bisikletten felan da hoş beş etmeyiz!
Çocukluğumda büyük dedem rahmetli Hulusi Yalman`la yürüyüşe çıkıp Atatürk parkındaki banklarda oturup simit yediğimi, fıskiyeleri izlediğimi anımsarım. O sıralar, Atatürk parkı , onu çevreleyen parmaklıklar nedeniyle kentten kopuk kalmış olmasına rağmen- o sıralar 5-6 yaşlarında bir çocuk olduğumdan bana mı öyle gelirdi emin olmasam da – genelde yaşlılar tarafından rağbet gören bir parktı. Şimdilerde gençlerin, köpekleriyle berabe sosyelleştiği, kente daha bir dahil olmuş, sevimli bir parka dönüştü. Anlaşılan parkçılık konusunda önemli gelişmeler yaşanıyor kentimizde. Peki ya daha çok kısa bir sure öncesine kadar basta Ziyapaşa bulvarını boydan boya birkaç metre aralıklarla süsleyen Palmiye ağaçlarına ne oldu? Onlarca yılda apartman boyuna ulasan palmiyelerimiz, dediler ki Mısır`dan gelen bir virüse kurban gitti. Önce acımasızca budandı, sonra üzerleri naylon torbalarla örtülerek karantinaya alındı, sonra dipten kesiliverdi. Çok geçmeden bir gün bir baktık kökü bile kalmamış. Sizi bilmem ama ben Ziyapaşa’ya kendine has dokusunu veren o palmiyelerin ortadan kalkışına çok üzüldüm.
Gençliğimdeyse Gazipaşa bulvarını takip ederek Metro Sineması sokağına çıkardık. Bir aşağı bir yukarı yürürdük. Bugün de pek bir şey değişmiş değil, hala fırsat buldukça bir aşağı bir yukarı şehrimizin bu güzide sokaklarında yürüdüğüm, arkadaşlarımla oturup kahve içtiğim zamanlar oluyor. Bu bölge, en az 30 yıldır Adana`nın en seçkin merkezi oldu. Toros caddesinin başından Ziyapaşa Bulvarı`na varıncaya kadar ağır ağır yürüseniz 10 dakika ancak sürer. Birçok Adanalı bugün hala dostlarıyla burada buluşur, liseliler platonik aşkıyla buralarda karsılaşmak umuduyla dökülür sokaklara, hali vakti yerinde olan Adanalılar alışverişini bu semtte yer alan şık mağazalardan yapmayı tercih eder.
25 yıldır arşınladığım bu sokaklarda neler değişti? Trafik bir iki sokakta tek yöne indi. Kaldırımlar biraz daha tektip ve oldu, Atatürk bulvarında yaya geçidinin üzerine hız kasisleri yapıldı. Bazı apartmanlar yıkılıp yerine yenileri yapıldı, bazı dükkanlar kapanıp yerine yenileri açıldı. Peki ya başka? Hepi topu 600-700 metreden ibaret olan bu sokakları araç trafiğine kapatmak bu kadar zor muydu acaba? Bugün metro sineması sokağında, bir köşede gençler gitar çalıyor, bir köşede bir fıskıyenin etrafında insanlar bir birini izliyor olsa, zaman zaman ufak sokak performansları, konserler için insanlar toplansa kötü mü olurdu?
Yerel yönetimleri bir kenara bırakıyorum. Bu bölgedeki mağaza sahiplerinin, ev sahiplerinin yerinde olsam bu tarz bir kent düzenlemesinin gerçekleşmesi için elimden geleni ardına koymazdım. Şöyle bir düşününce, buranın ahalisi, bazı lojistik zorluklar bir yana, ticari ve sosyal anlamda bölgeye getireceği avantajların farkındalar mı? Bugün ılıman kentimizin bahar aylarında bile neden insanlar M1`e akın eder alışveriş yapmaya? Anlamakta zorluk çekiyorum.
Yönümüzü Adana`nine şık kent merkezine çevirelim. İtiraf ediyorum, önceleri ebeveynlerimin sonrasında da kendi ayıbımdır. Adana`nin tarihi yapılarını görmüşlüğüm Adana`ya 20li yaşlarımda döndüğüm zamanlara rastlar. Ama ne yapayım! 16 yaşımdayken bir Cuma akşamı 10-15 arkadaş Büyük Saat’in karşısındaki 52 kebapçısında kebaplarımızı, eh, birer kadeh de rakının eşliğinde götürürken, ellerinde silahlarla sivil polisler basıp da bizi birkaç saatliğine karakolda ağırladığı bir gün var ki nasıl çıksın hafızamdan? Başkomiserin bizi salıvermeden önceki nasihatleri hala kulaklarımda: “ Gençler hepiniz iyi aile çocuklarısınız, şehrin en güzel semtlerinde yaşıyorsunuz , buralara ne diye gelirsiniz, ne işiniz var buralarda!?”.
Şehrin bu semtinde kız lisesinin restorasyonu ve nehir kıyısını ıslahı çevreyi bir nebze nezihleştirdi. Restorasyon yapılıp da kültür merkezi olarak hizmete girdiği zaman babaannem ilk fırsatta soluğu eski kız lisesinde aldı ve eski sınıfını kim bilir ne anılarla gezdi. Burası da nehri kente biraz daha yaklaştırdı. Bravo!
Peki ya Bebekli Kilise, Büyük Saat, Ulu Cami? Kentimizin tarihi merkezleri… Ne zaman acaba bir Cumartesi günü ebeveynler çocuklarına gel kızım bu Cumartesi şehrimizin tarihi semtlerinde bir yürüyüşe çıkalım, tarihi 5. Yüzyıla Roma Dönemine uzanan tas köprünün üzerinden süzülüp nehir kenarındaki kent müzesindeki sergiyi gezelim diyecek? Ne zaman bebekli kilisenin, Yağ Cami’nin çehresi ortaya çıkacak kentin keşmekeşinden sıyrılıp da?
Adana hava alanını sıklıkla kullanıyorum. Sanırım iki sene önce yapılan `yol düzenlemesini görünce` her zaman olduğu gibi bir `oh` çektim ilk başta. İşte bu kadar basit, bunca zaman neden yapmadılar? Trafik bir kapıdan girer, öbür kapıdan çıkar. Bir kaç hafta sonra hava alanına açılan yeni giriş kapısına `VIP GİRİŞİ` tabelası yerleştirildiğinde sükut-u hayalime diyecek olmadığı gibi bir aşağılanma duygusu da yoklamıştı beni. VIP`ye saygım sonsuz, ama o alanda hem bu bahsettiğim düzenlemeyi yapacak hem de VIP geçişine ayrılacak yer olmasına ne demeli?
Sevilya havaalanından kent merkezine belediye otobüsüyle yaptığım yolculuktan bahsetmişken sevgili hemşerilerim, hava alanına inen herkesin cebinde taksiye verecek parası olmak zorunda mıdır? Her gün binlerce yolcunun kullandığı Adana havaalanında toplu taşımanın olmaması nasıl elitist bir düşüncenin veya ne denli güçlü bir lobi faaliyet faaliyetinin eseridir? Biri bunu bana izah ederse bahtiyar olacağım.
Peki ya havaalanı tesisleri’ kafeler, restoranlar hep monopol bir zihniyetin parçası olmak zorunda mıdır? Eskilerde uçak yolculuğu sadece parası çok olanların tercihiydi. Ama şimdi öyle mi? Kimi zaman uçakla karayolundan daha ekonomik olarak seyahat edebiliyorsunuz. Ve eğer mecbur kaldıysanız hava alanındaki fahiş fiyatlara mahkumsunuz. Avrupa kentleri arasında en pahalı hava alanı menülerine sahip kent İstanbul. Adana`da çok geri kalmıyor. Avrupa`da havaalanları toplumsal mobilitenin bir merkezi, bir tren garından veya bir otobüs terminalinden farkı yok.
Akdeniz`in bati yakasından çıktık yollara bakın nerelere geldik. Yanlış anlaşılmak istemem. Şehrimi çok seviyorum. Dünyayı dönüp dolaşıp her döndüğümde, hava alanından evime giden o kısa yolculukta her defasında sanki ilk defa ayak basıyormuşum gibi Adana`ya, bir yabancının gözleriyle, heyecanla ve merakla ama hep bir Adanalı`nın kalbiyle bakıyorum.
Doğu`nun kültürünü özümseyen Avrupalı ama her şeyden önce Akdenizli Sevilya’nın, Akdeniz`in doğu yakasındaki kardeşini izlemek; onun, doğunun değerlerini koruyarak verdiği Batılılaşma mücadelesine tanık ve ortak olmak bana gurur veriyor.