UMAY KARABAY’IN İZLENİMLERİ İLE GÖKÇEADA
Gökçeada’ya gönül verdim vereli, adayla ilgili bir gezi yazısı yazmam konusunda ısrarlı talepler var. Ah bilseler bu benim için ne kadar zor! Gökçeada’yı anlatmak, ne bileyim, aşkı tarif etmek gibi bir şey benim için. Birine neden ve nasıl aşık olduğunu anlatmak ne kadar zorsa, sen ne kadar anlatırsan anlat başkaları nasıl asla senin hissettiklerini hissedemezlerse, hatta şusuna busuna rağmen bu aşka neden düştüğünü nasıl hiç anlamazlarsa… İşte öyle bir şey. Öyle kişisel, öyle içten, öyle sahici.
İstilaya uğramış, kalabalıklaşmış, tektipleşmiş, betonlaşmış, süslenmiş, pahalılaşmış, yapaylaşmış, İstanbullaşmış tatil mekanlarından sonra Gökçeada; doğasıyla, doğallığıyla, hikayesiyle, hüznüyle, insanıyla, kültürüyle, her şeye rağmen o saf kalmış yanıyla ilk görüşte aşk oldu benim için, hala büyüsünü koruyan bir aşk… Bir sığınak, bir kaçış noktası oldu, kendimi ait hissettiğim, uzaktayken özlediğim, gider gitmez mutlu olduğum yer oldu, ve sonunda ev oldu.
Ne kadar zor olsa da bu hislerimi, ada aşkımı, tutkumu size anlatmaya, biraz da pratik bilgiler vermeye çalışacağım.
Her şeyden önce, adanın harika bir doğası var. Uzaktan yaklaştığınızda kendini açık etmeyen, ancak gerçekten isteyene, ilgilenene kendini yavaş yavaş açan, sunan, büyüleyen bir doğası… Tabiat size her dönemeçte, her tepenin ardında yepyeni bir sayfa açıyor, bambaşka bir güzellik sunuyor. Gümüş yeşil yapraklarıyla ışık oyunları yapan, gövdelerine sarılma arzusu yaratan yüz yıllık zeytin ağaçları; rüzgarın yönüne göre şekil almış badem ağaçları; çam ormanları; flamingolara ev sahipliği yapan tuz gölü; doğal göletler; baraj gölü; alabildiğine uzanan bakir plajlar; pırıl pırıl deniz; bambaşka bir coğrafyadaymışsınız hissi uyandıran denize uzanmış dik yarlar; mis gibi dağ kekiği kokan yamaçlar; baharda yemyeşil, yazınsa sapsarı rengiyle etkileyici maki bitki örtüsü; adanın gerçek sahibi olduklarını hissettirircesine her yerde özgürce dolaşan keçiler; çarpıcı yüksek kayalıklar; sazlıklar; üzüm bağları; sualtı tabiat parkı; hepsi ama hepsi var, üstelik her mevsimde, her dolunayda, her yağmurda, her gün doğumunda, her gün batımında bambaşka hisler uyandıracak, kalbinizde yer edecek çarpıcı sürprizlerle birlikte var.
İnsanı günlük telaştan uzaklaştıran, özüne çağıran, şifa veren tabiat, adada size taptaze ve sağlıklı lezzetler de sunuyor. Dünyanın ilk CittaSlow adası olan Gökçeada’da doğal su kaynakları mevcut, aynı zamanda ekolojik tarım yapılıyor, çiftliklerde nefis süt ürünleri üretiliyor, denizden taze tadlar sofranıza geliyor. Üstelik tüm bu lezzetler, adanın hüzünlü hikayesinin de bir sonucu olan, farklı kültürlerin dokunuşlarını, izlerini taşıyor.
Gökçeada için “dört tarafı hüzünlerle çevrili yaşam parçası” diye bir cümle okumuştum. Ne kadar güzel bir ifade! 1960 nüfus sayımında 5500’e yakın Rum, 300’e yakın Türk yaşıyormuş adada. Bugünse 9000’e yakın nüfusun sadece 300’ü Rum. Bunun doğal bir dönüşüm olmadığı aşikar. Tahmin edebileceğiniz gibi acımasız devlet politikları, Rum okullarının kapatılması, topraklarına el konması, 6-7 Eylül olayları, bize şimdi uzak birer hikaye gibi gelen ama binlerce insanın yaşamında büyük trajedilere yol açan benzeri olaylar, kaçışlara, terk edişlere, toplu göçlere sebep olmuş, adayı zamanla bu noktaya getirmiş. Ve işte bu hikaye, bu hüzün adanın her köşesine sinmiş, bana çok melankolik gelen o etkileyici atmosferi, o özgün karakteri oluşturmuş. Rum köylerinde dolaşırken, terk edilmiş evleri, sokakları gezerken, az sayıda kalmış Rumla sohbet ederken, hikayelerini dinlerken ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Tam bu noktada, bence adanın en değerli, en özel noktaları olan Rum köylerini ve bu köylerde benim kalbimde yer edenleri paylaşmak istiyorum:
Dereköy: Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’nin en büyük köyüymüş. Hemen yanıbaşına kurulan ve ağır cezalardan hüküm giymiş suçluları gündüzleri serbest bırakılan hapishane nedeniyle en büyük acılar ve en büyük göç de burada yaşanmış. Bir vadinin iki yamacına kurulu olan şimdi neredeyse tamamen terk edilmiş bu köyün sokaklarında keçiler ve kedilerle birlikte dolaşın, tepelere çıkın, geçmişin izlerini hissedin. Kiliseyi ve eski çamaşırhaneyi mutlaka görün.
Kaleköy: Küçük bir limanın üstüne kurulu olan ve en yüksek noktasında kale bulunan, Rum nüfusu neredeyse sıfırlanmış olan bir Rum köyü. Bu köyde benim en gözde mekanım Mustafa’nın Kayfesi. Köyün kilisesinin yanı başında, devasa bir çınar ağacının altındaki bu mekana mutlaka kahvaltıya gidin. Serpme kahvaltı yanında, peynirli omlet de yiyin, demedi demeyin. Servis yavaştır ama çalışanlar çok tatlıdır, rahat olun (ne de olsa CittaSlow). Bu kahvenin hemen üst sokağında, adanın en özgün mekanlarından olan İmroza’ya uğrayın (umarım açıktır), ada keçilerinin sütünden yapılma sabunlarından, doğal yağmur suyundan yapılma kolonyalarından alın. Bir akşam yemeği için mutlaka gün batımını yakalayacak şekilde Yakamoz’a gidin, adanın en iyi manzarasını ve en iyi mezelerini kaçırmayın. Balık pastırması ve köpoğlunu da benim için yiyin! Aşağı Kaleköy limanına gitmeye niyetlenirseniz beklentinizi yüksek tutmayın. Sıra sıra restoranları ve elişi tezgahları ile adanın tahmin edebileceğiniz, diğer tatil yörelerine benzeyen turistik noktası… Yine de gidecekseniz restoran olarak Son Vapur ‘u tercih edebilirsiniz, ben gitmedim ama gidenlerden iyi yorumlar aldım.
Zeytinliköy: Adanın en sevimli, en sosyal, bence en güzel Rum köyü. Bizim de köyümüz. Meydanda meşhur Madamın Kahvesi’nde dibek kahvesi için. Kahveyi işleten Kosta yani madamın oğlu size doğma büyüme kahveciymiş gibi görünse de, annesi öldükten sonra yıllarca yaşadığı Yunanistan’dan dönüp kahveyi devralan bir uçak mühendisi kendisi! Yine meydanda yeni açılan ve benim sevdiğim samimi ve özenli bir başka mekan da Sıcak Kahve. Kahve öncesi mi tercih edersiniz sonrası mı bilmem ama ne yapın edin mutlaka Tatlıcı Hristo’ya gidin, efsane sakızlı muhallebisinden yiyin. Sohbet etmeye cesaret edebilirseniz (kendisi oldukça yaşlı ve tatlı-sert) Hristo amca eski Beşiktaşlı bir futbolcudur, bilginiz olsun. Bu arada Hristo’nun tam karşısındaki güzel ev, Gökçeada doğumlu olan Patrik Bartholomeos’un yazlık evi. Her an karşınıza çıkabilir, şaşırmayın.
Tepeköy: Adanın en yoğun Rum nüfusuna sahip köyü olan Tepeköy’de uğramadan dönülmemesi gereken üç mekan var. Birincisi, adaya çıkarken sağdan ayrılan yolla gidilen Çınaraltı. Burada güzel manzaralı bir restoran var ancak henüz denemedim. Ben, çınarın biraz ötesindeki yamaçta, gün batımında, etrafımda keçilerle birlikte, komşu ada Samothraki’yi izlemeye doyamadım. İkinci kaçırılmayacak mekan, adanın en otantik tavernası, benim de adanın en sevdiğim mekanlarından olan Barba Yorgo. Yemekleri (sübye yahni, oğlak tandır, peynirli ve mantarlı mezeler), ilginç reçineli beyaz şarabı, manzarası, bağları çok güzel olsa da, bu tavernadaki en güzel şey, bence sahibi Barba Yorgo! Yorgo amcayla mutlaka tanışın ve sohbet edin. Yemekten sonra köyün meydanındaki Niko’nun Yeri’ne gidip sanki 50 yıl öncesinde bir Yunan adasındaymışçasına kahvenizi için. Türkçe sipariş vermeye çalıştığınızda, kahvede kağıt oynayan müdavimleri seyrederken, duvarları incelediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız. Eğer ada ziyaretinizi 15 Ağustos Meryem Ana yortusuna denk getirirseniz, Niko’nun organizasyonu ile bu meydanda yapılan şenliğe katılabilir, ada Rumları ile birlikte yemek yiyebilir, canlı müzik eşliğinde şarkılar söyleyebilir, beraber sirtaki yapabilirisiniz.
Bademliköy: Adanın en merkezi ama bir o kadar da gizli kalmış Rum köyü. Yamacına yapılan bir kaç büyük otelle keyfi kaçmış bence, yolu da oldukça dik ve meşakkatli. Yine de güzel sokakları, evleri, manzarası, asırlık çınarı, eski çamaşırhanesi görülmeye değer. Çok sefer gitmeme rağmen bir türlü açık yakalayamadığım bir Rum kahvesi de var, yok değil.
Rum köyleri haricinde adada bir merkez köy bir de sonradan göç eden Türklerin yerleştirildiği daha yeni köyler var. Merkez için beklentiniz yüksek olmasın, özellikle büyüyen kısımda sözde moderleşme çabalarının, betonlaşmanın, rantın hoş olmayan izlerini görmek mümkün, ama bu tatsız konulara hiç girmek istemiyorum. Merkezde şu iki mekana mutlaka uğrayın: Adanın en özel ürünü, asla kaçırılmayacak tadı, mutlaka eşe dosta götürülecek, kendiniz için de paket paket alınacak lezzeti Efibadem kurabiyesi için Meydani Pastanesi’ne, hediyelik eşya içinse Kokina’ya… Bir de meraklıysanız Pazar günleri pazar kuruluyor.
Deniz ve denizle ilgili diğer aktivitelere gelince… Ben denize girmek için Aydıncık plajını (Kefalos) tercih ediyorum. Aydıncık’ta sarı, ince kum, ılık, sakin deniz, pek çok salaş tesis, bir sörf okulu ve oteli, dolayısıyla rüzgar iyiyse izleyebileceğiniz rengarenk rüzgar sörfleri ve hemen yanıbaşında flamingoları görebileceğiniz veya çamur banyosu yapabileceğiniz bir tuz gölü var. Bu plajda size önereceğim tesis Sardunya, diğerlerinden daha özenli, yemekleri güzel, biraları soğuk ve sahibi Sema hanım da çok tatlı. Bu plaja sabah erken giderseniz tadına doyamayacağınız, sessiz, sakin, uzun bir yürüyüş yapabilir, rüzgarı arkasına almış sörflerin yanınızda geçerken çıkardığı müthiş sesi duyabilirsiniz.
Aydıncık’taki rüzgar sörfünün haricinde Eşelek’te de kite sörf yapmak mümkün. Gerçi bu sahile kite sörf yapsanız da yapmasanız da mutlaka uğrayın (denize girmek için uygun değil). Sazlıkların arasından ulaşacağınız derme çatma tesisin önündeki minderlere oturup bira için, dalgaların ve rüzgarın sesini dinleyin, rengarenk kite sörfleri ve onlara fon oluşturan müthiş doğal yarı izleyin.
Denize girebileceğiniz bir diğer güzel bakir koy Laz Koyu. Tesis varla yok arası. Beklentinizi düşürün, yemeğinizi yanınızda götürün.
Yıldız koyu ise rüzgarın durumuna göre tercih edilebilir. Henüz oradan hiç denize girmedim. Zemini kayalıkmış. Şnorkel için uygun olduğu söyleniyor. Sevimli bir tesis de var.
Adanın en güneyindeki Uğurlu plajı ise açıkçası bana göre değil. Adayı ilk keşfimizde, Türkiye’nin en batı ucunda, İğneada’da şarap içerek güneşi batırma romantizmiyle o tarafa doğru gitmiş, ancak plajda kadınlar ve erkekler için ayrı kurulan çadırları görünce keyfimiz kaçmış, geri dönmüştük. Bir daha da gitmedim.
Kalınacak yerlere gelince, temiz ve uygun yer isteyenler Kaleköy’de Yakamoz ve Sirius Pansiyonu, daha özel ve butik mekan isteyenler ise Bademliköy’de Son Vapur veya Zeytinliköy’de Zeytindalı’nı tercih edebilir.
Bir de ulaşımla ilgili önemli bir bilgi vereyim. Feribot kuyruğu her iki yönde de özellikle yaz aylarında uzun oluyor. Feribot saatlerine önceden bakıp en az iki saat önce iskeleye gitmeniz tavsiye ederim. Gökçeada’dan ayrılış hüznünü bir nebze azaltmak içinse Eceabat’ta Suvla Şarap’a uğramanızı öneririm.
Umarım adayla ilgili hislerimi biraz anlatabilmiş ve faydalı öneriler verebilmişimdir. Tüm bu söylediklerimi yaparsanız acaba siz de benim gibi Gökçeada’ya aşık olur musunuz? Yoksa aşkın güzelliği keşiflerde mi gizlidir?