HİNDİSTAN

Dünyada gördüğüm ülkeler arasında beni en etkileyenelerden birisi Hindistan…

Benim için özel bir yanı da var, hem Hindistan’ın bazı bölgelerini dip köşe gezme hem de ufuk açıcı dönüştürücü deneyimler yaşama şansım oldu.

Çok sevdiğim arkadaşım Selin ile, 10 gün boyunca Rajastan bölgesini, Agra’yı, Delhi’yi karış karış dolaştıktan sonra Hintli mistik Sadhguru ile Kuambator’da Isha Yoga’da bir haftalık zihinsel arınma kampına katıldık. Ve gerçekten dönüştürücü bir içsel yolculuk yaşadık Sadhguru ile.

Daha sonra bir kez daha gitme şansım oldu Hindistana.

Her hatırladığımda hala tüylerim ürperiyor..

Ruhumda bıraktığı izler – üzerinden yıllar geçse de – taptaze duruyor.

Hindistan inanılmaz sürprizleri, çok farklı katmanları olan, öyle gerçek bir ülkeki, yansımalarını kelimelere sığdırmak mümkün değil.  

Taj Mahal’in büyüsü, Jaipur’un pembesi, Jodhpur’un mavisi, Udaipur’un buğusu diye anlatmaya çalışsam da kelimeler yetersiz kalıyor.

Hele birkaç ziyaret ile ‘Hindistan’ı tanıdım, anladım’ demeye  dilim varmıyor.

Yirmidokuz bölge, onsekiz farklı resmi dil, onbinlerce farklı diyalekt, binlerce Tanrı ve Tanrıça, yüzlerce değişik ritüel ve seremoni… 

Hindistan’ı anlamak için neresinden tutacağınızı, hangisini kavrayacağınızı şaşırıyorsunuz…

Bir Hint deyimi ülkenin derinliğini çok güzel özetliyor: ‘Hindistanı tanımak için en az üç kez re-enkarne olmanız lazım.’ 

İşte ben de bu yüzden size sadece Hindistan’ın bende bıraktığı izleri ve de Hintlilerin yaşamını biçimleyen hikaye ve inanışlarını paylaşmaya çalışacağım. 

Hindistana attığınız ilk adımda büyük bir şok yaşıyorsunuz.

Absürd diye nitelendireceğiniz o kadar çok sahneye şahit oluyorsunuz ki, ilk once adeta bir duvara toslamış gibi hissediyorsunuz:

Yollarda arabalar, motorsikletler, ağzına kadar insan ve hayvan dolu otobüsler, 

caddenin ortasında yürüyen insanlar, inekler ve köpekler,  

sokaklarda yalınayak hatta çıplak yaşayan insanlar, uyuyanlar, tuvaletini yapanlar, 

tapınaklarda oradan oraya atlayan maymunlar, yerlerde koşuşturan böcekler, fareler… 

keşmekeş bir trafik, sonu gelmeyen sağır edici kornalar, 

burnunuzu yakan kesif kokular, gözlerinizi acıtan toz bulutu, 

kalabalıkta mecburen temas ettiğiniz yapış yapış tenler, 

sokaklarda fosforlu ve çarpıcı renklerde ‘sari’ lere bürünmüş kadınların renk cümbüşü,

yol kenarında yemek yiyen bir adamın yanına yaklaşıp yemeğine göz atan bir inek, 

otobüsler geri geri park ederken, diğer araca yakınlığını, otobüsün kasasına vuruş hızı ve şiddeti ile belirten, arka sensörü görevi gören muavinler,

 

Tüm bunlar alıştığımız hayattan o kadar farklı, ilk karşılaşmanızda şaşkınlık içine düşüyorsunuz.

İşte tüm duyuları zorlayan Hindistan, başta sizi allak bullak ediyor…

Arkadaşlarım bana hep soruyorlar; ‘çok pis değil miydi? çok sefalet görmedin mi?’ diye

Evet, Hindistan gerçekten kolay bir deneyim değil.  Tam anlamı ile ‘ham’ bir deneyim sunuyor. Manikürlü veya mükemmel olmaya çalışmıyor. Tüm ikilemlerini olduğu gibi yüzünüze çarpıyor. 

Her köşe başında karşınıza çıkan fakirliğin, burnunuzun dibindeki açlığın, acımasız eşitsizliğin aslında inkar edemeyeceğiniz kadar yakınınızda olduğunu anlıyorsunuz.

Ancak tüm bu zorlukların ve zıtlıkların, aslında hayatın bir parçası olduğunu kabul ettiğinizde, bambaşka bir pencere açılıyor zihninizde,

Ve kendinizi akışa bırakabildiğinizde büyüleyici ve sürükleyici bir serüven başlıyor. 

Tüm zorlukların, farkirliğin ardındaki yaşamın gerçekliği ile temas ediyorsunuz:

Çocukların merakını, kadınların bakışlarındaki haysiyeti, yaşlıların şefkatini, en fakirin bile içten gülümseyişini, insanların birbirine bağlılığını yakalamaya başlıyorsunuz. 

İnsafsız, acımasız, merhametsiz gözüken hayat çemberinde herşeye rağmen umudu ve sarsılmaz yaşam gayreti ve sevgisini görüyorsunuz. 

Ve de hangi koşulda olursa olsun hayatın yaşamaya değer olduğunu…

 

Tanrıların, Destanların, Hikayelerin Ülkesi Hindistan

Hindistan’da iken, 1 milyardan fazla insanın yanı sıra, binlerce tanrının ve doğaüstü hikayenin sizinle birlikte dolaştığı hissine kapılıyorsunuz.

Çünkü her yerde bunların izlerini görüyorsunuz.

Ülkede yazılı ve somut gerçeklere dayanan bir tarih anlayışı yerine, mitoloji, efsane, inanç ve tarihin içiçe geçtiği köklü bir hikaye anlatımı geleneği var.  Ve bunlar heykeller, resimler ile evlerde, saraylarda, tapınaklarda, sokaklarda, yani her köşedeler.

Kökleri 4000 yıl öncesine dayanan kuşaktan kuşağa aktarılan destanların anlattığı hikayeler öyle ilginç ve derinlikli ki. 

Hint Veda inanışınının kutsal metinleri olan Upanişad’larda anlatılanlara baktığınızda, Hinduzim’in aslında bir din değil de aslında bir yaşam biçimi ve hayat felsefesi olduğunu görüyorsunuz.

Hintliler için doğru yaşamın kuralları ve yolu olan Dharma, tek tanrılı dinlerdeki gibi, sadece belli ibadet ve ritüelleri yaparken değil de, hayatın her anında, mesela çalışırken, yemek yerken, konuşurken, yürürken yani sıradan gözüken her işi yaparken devrede.

Yaşamı, başı ve sonu olmayan, sürekli dönüşüm ve değişim içinde bir döngü olarak resmediyor Hint inanışı.

Şaşırtıcı bir şekilde bizdeki gibi herşeyi yaratan ve yöneten, bizden ayrı bir mutlak tanrı yerine, her farklı durum ve sebep için farklı bir Tanrı’sı var Hindu’ların. 

En önemli tanrı üçlemesi Trimurti: Brahma yaratıcı, Vişnu koruyucu, Şiva ise yok edici tanrılar. 

Sonra bu tanrıların eşleri olan tanrıçalar ve de binlerce diğer tanrı geliyor: Surya güneşi, Hanuman rüzgarı, İndra yağmuru, Agni Ateş’i, Rama aydınlığı, Lakşmi güzelliği, bereketi, şansı temsil ediyor.  

Ve Hindu tanrıları bizim bildğimiz tanrı kavramından çok farklılar.

Hatalar yapabiliyorlar, güçsüz kalabiliyorlar, yenilebiliyorlar.

Mutlak bir mükememmelliği temsil etmiyorlar.

Aksine olguların hem olumlu hem olumsuz özelliklerini birden temsil ediyorlar.

Yani zıtlıkları varlıklarında birlikte barındırıyorlar.

Mesela en önemli 3 Hint tanrısının sonuncusu olan Şİva, yok edici tanrı olarak bilinse de, yıkıcılığı negatif değil, aksine kurtarıcı ve “kutlu” bir anlam taşıyor. Çünkü yıkım olmadan yeni bir başlangıç yapılamaz.

Aslında Hindu tanrıları, içinde hem iyiyi hem kötüyü birlikte barından biz insanlar gibiler.

Ve her tanrının varoluşu ve işlevi, sanki bir insamışçasına başından geçen olayları anlatan hikayeler ile tasvir ediliyor.  

Brahma’nın 4.320 Bin Günlük Rüyası

Zaman kavramı da akıl almaz bir boyutta Hintliler için. Mesela sürekli yeniden yaratılış döngüsünün anlatıldığı bir hikayeyi anlatayım size.

Bilginin ve de zamanın efendisi olan Yaratıcı tanrı Brahman.

Brahman dört yöne birden bakan dört yüzü ve her yöne uzanan dört kolu ile bir lotus çiceğin içinde oturur.

Onun bir günü dört milyon üçyüz yirmi bin insan gününe eşittir. 

Kalpa denilen bu bir günde evren yaratılır, varolur, yok olur ve ertesi gün yani Kalpa’da yeniden yaratılır.

Her Kalpanın birbirini takip eden dört evresi var:

İlk evre sadece erdem ve ahlakın varolduğu, altın çağ:  Krita Yuga

1.7 milyon yıl boyunca süren, bu en uzun evrede her şey ve herkes erdem, bilgelik, sevgi ve iyilik ile dolu, kötülük, ahlaksızlık ve cehaletten eser yok evrende.

Ardından Treta dönemi gelir. Cehaletin devreye girdiği bu evre 1.3 milyon yıl sürer.

Dharma’nın 4 ayağının bir tanesinin koptuğu ve 3 ayaklı bir sandalye gibi mükemmelliğin dengesinin bozulmaya başladığı evredir bu.

Sonra Dvapara yani eştlik dönemi gelir. Kötülüğün iyilik ile, erdemin cehalet ile, hastalığın sağlık ile, acının haz ile, dürüstlüğün ahlaksızlık eşit olduğu ettiği evre. Ve 864 bin yıl sürer.

Ve son olarak Kali Yuga, Yani karanlık çağ gelir.

Yaşamın nefret, kötülük, savaş, cehalet, ahlaksızlık dolu olduğu, gerçek erdemin neredeyse hiç bulunmadığı, insanların ahlaki erdem yerine, sahip oldukları para ve mal miktarına göre öneme sahip olduğu bu evre 430bin yıl sürüyor.

İşte bu evrede Dharma dört ayağından sadece birisi üzerinde kendini sürüklüyor.

Ve bu dönemin sonunda Brahman, Şiva kılığında ortaya çıkıyor. bir kurtarıcı olarak herşeyi yok ediyor.

Ve ertesi gün yeniden yaratım başlıyor. 

Yani Brahman’ın 1 yılı süresinde dünya milyarlarca kez yaratılıyor.

Nasıl akıl almaz bir zaman kavramı değil mi?

Bu arada Hintliler son 5000 yıldır bizim içinde bulunduğumuz evrenin son evre, yani en karanlık evre olduğuna inanıyorlar.

 

Fil Kafalı Tanrı Ganeş’in Hikayesi

Hikayelerin sonu yok Hindistan’da.

Tanrıların reenkarnasyonları ve avatarları da eklenenince ortaya 30.000’e yakın tanrı ve tanrıça hikayesi çıkıyor. 

Bu hikaye örgülerindeki bilgeliği, hakkaniyeti duyduğunuzda hayranlıkla kendinizi kaptırıyorsunuz.

Mesela GANEŞ’i ele alalım. 

Ganeş, Hindistanda evlerde tapınak girişlerinde en çok göreceğiniz  fil kafalı Hint Tanrısı.

Şiva ve Pravati’nin ilk oğlu olan Ganeş, bilgiyi, aklı, irfanı, ruhsal bütünlüğü ve aydınlanma potansiyelini temsil eder.

Ayrıca başlangıçların ve yeni girişimlerin önündeki engelleri kaldıran koruyucu tanrı Ganeş.

Hintliler bir işe başlarken dileklerini ona iletmek için “Şri Ganeşa Nama”  yani “Ganeşa’nın adıyla” derler.

Peki hikayesi nedir derseniz?

Parvati bir gün eşi Şiva uzaklardayken çamur ile çok güzel şirin bir çocuk heykeli yapıyor. Sonrasında heykele tüm sevgisi ile hayat veriyor. Çamurdan temizlenmek için banyo yapmak ister, fakat onu koruyacak kimse yoktur.  O da küçük Ganeşa’ya evin hemen dışında kapıda durmasını ve kim olursa olsun içeri almamasını söyler. Küçük Ganeşa görevini yerine getirmek için hevesle yerini alır. Bir süre sonra karşıdan güçlü, heybetli bir adam yani Şiva görünür ve içeri girmek ister. Ganeşa ise annesine verdiği sözü yerine getirmek için içeri girmesine izin vermez. Fakat Şiva Ganeş’in oğlu olduğunu bilmediği için öfkelenir ve onun kafasını uçurur. Gürülüyü duyan Parvati dışarı çıkar ve gördüğü manzara karşısında çok üzülür. Parvati’nin kederini gören Şiva hemen ormana koşar ilk gördüğü canlının kafasını keser ve çocuğuna takar ve ikiside Ganeşa’yı kutsarlar. O zamandan beri Ganeşa insanların, evlerin, başlangıçların koruyucusu olan fil kafalı bir Hint tanrısıdır.

Hindistan’da gündelik hayatta en çok karşılacağınız tanrı Ganeş. Rikşa yani bisiklet dolmuşlara bindiğinizde dikiz aynasının hemen altında, evlerin ve ofislerin kapı girişinde, sokaklarda, tapınaklarda sürekli bu tatlı düşkünü koca göbekli, koca kulaklı, fil kafalı ve 4 kollu Ganeşa heykellerini ve resimlerini göreceksiniz.

O başlangıçların tanrısıdır, engelleri kaldırandır. Bu yüzden evlenenler ilk ona gider, bir araba veya ev alanlar ilk onun adına adakta bulunur.

O kadar sempatik bir görüntüsü var ki, insanların onunla çok daha yakın bir bağ kurması ve tüm dileklerini ondan istemesi şaşırtıcı değil.

Bu gördüğünüz tasvirlerde Ganeşin yanıbaşında bir de küçük fare göreceksiniz, ki bu fare ego ve cehaleti temsil ediyor. Ganeş’in temsil ettiği bilgi ve irfanın karşısında, fare yani ego aslında küçücüktür.

 

Tanrıların Çocukları Hintliler

Yani Hintliler adeta tanrıların çocukları gibi.   

Her Hindu içinde bulunduğu duruma uygun tanrıdan yardım isteyip, ona dua edebiliyor. 

İşin ilginci ise, eğer varolan tanrılar durumlar için yetersiz kalıyorsa, yeni bir hikaye ve tanrı yaratmak mümkün Hindistan’da. 

Hintli gurumuz Sadhguru’nun bu durumu ifade eden çok çarpıcı bir sözü olmuştu: ‘Sizler Tanrı’nın sizi yarattığına inanıyorsunuz, oysa bizler Tanrı’larımızı kendimiz yaratıyoruz.’ 

Hinduizmin en güzel tarafı, öteki dünyanın anahtarını elinde tutan bir ruhban sınıfının olmaması. 

Evet din adamları olan Brahmanlar mevcut, ancak sadece kişinin kendi yolculuğunu tamamlayabilmesi için yol gösterici olarak varlar. 

Hintliler orta yaşı geçtikten sonra, neden dünyaya geldiklerini irdelemek, yaşamlarının anlamını sorgulamak ve hayat amaçalarını gerçekleştirmek için bu brahmanlara danışıyorlar. 

Brahmanlar da kişinin Dharma isimli erdem yolunda adım adım ilerlemesi için elinden tutan yol göstericiler sadece.

Ve iman etmek için illa bir mabede ihtiyaç duymuyorlar Hintliler. İç dünyalarında kendi hesaplaşmalarını yapmaya yetecek hikayeler, gösterici efsaneler mevcut. 

Aslında düşünürseniz her bir Hindu aslında kendi başına bir mistik.

Ganj Nehri Kıyısındaki Ölü Yakma Töreni

Hindistanda şahit olduğunuz, insanı derinden etkileyen bir başka deneyim ise, Ganj kıyısında ölü yakma seremonisi. Bu ülkede Doğum – Ölüm döngüsüne çok yakından şahit oluyorsunuz.

Bizde ölüm ne kadar kapalı kapılar, tabut ve mezar ile gözlerden uzak tutuluyorsa, Hindistan’da da o kadar hayatın içinde.  

Hindu inanışına göre ölüm hayatın sonu değil, yeni bir başlangıç. Reenkarnasyona, yani ruhun ölmeyip tekrar yeryüzüne döneceğine inanıyorlar. 

Ölünün ruhunun temizlenerek bir sonraki hayatına geçişi yapabilmesi için yakılarak küllerin Hayatın Hediyesi sayılan kutsal Ganj nehrinin sularına karışması gerekiyor. 

Etrafına yaydığı verimlilik, sağladığı elektirik, taşımacılık ve haberleşme gibi somut faydaların yanı sıra, efsaneye göre koruyucu Tanrı Vishnu’nun kafasından doğarak ayaklarından akan bu saf ve ilahi nehir ile, sadece temas etmenin bile insanı günahlarından arındıracak güçte olduğuna inanıyor Hintliler.

Ölüm gerçekleştikten kısa bir süre sonra cansız beden Ganj kıyısına getiriliyor, nehir kıyısında yer alan sunaklardan birisine çıplak bir şekilde yatırılıyor, Ganj’dan alınan suyla yıkanıyor. Üzerine renki örtüler örtülüyor, çiçekler ve boyalar serpiliyor. 

Ölünün oğlu, yoksa da ailenin diğer erkeği , sermoninin lideri olarak sunağın altına odunlar yerleştiriyor ve ateşe veriyor. 

Göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sure içinde bir bedenin küle dönüşmesine şahit oluyorsunuz

Hindistan’da şahit olduklarınız dönünce unutabileceğiniz deneyimler değil…

Sizinle yaşamaya devam ediyor.  Dünyaya bakışınızı, algılayışınızı değiştiriyor.

İyisi kötüsü, doğrusu yanlışı, utancı onuru ile insan doğasına bakmaya zorluyor sizi.

Fark ettiklerinizi sevseniz de, sevmeseniz de kabul etmeye mecbur kılıyor. 

Sanki içinize işliyor ve sizi dönüştürmeye başlıyor.  

 

Benim için Hindistanda olmak demek, tüm duyularım ile hayatta olduğumun farkına varmak demekti. Hayatın bir paradoks olduğunu böylesine deneyimlediğim ilk yerdi. Ve paradoksu anlamak ve kabullenmek için bir pencere açtı bende Hindistan. 

Ve Hindistan, hafızama kazınan deneyimler sonucu, bir daha aynı insan olamamak anlamına geldi. Hala benimle yaşamaya devam ediyor.

 

Hindistanda Sadhguru’dan Budizm ile ilgili öğrendiklerimi, sonrasında araştırıp okuduklarım, doğu bilgeliğini batıya tanıtan Alan Watts’dan dinlediklerim ve Yol ve Erdem öğretmenim Cem Şen’in eğitimleri ile geliştirmeye ve pekiştirmeye devam ediyorum.

 

Hinduizm Kozmoloji ve Varoluş Felsefesi

Merak edenler için biraz Hintlilerin inanışlarının temellerini, bu yaşam felsefelerinin hayatlarını nasıl biçimlendirdiğini anlatmak istiyorum.

Hindu inanışı olan Hinduizm, yaşadığımız dünyayı bir ilüzyon, bir halüsinasyon, bir oyun olarak görüyor.

Evren, yaratıcı gücün bir saklambaç oyunu veya bir tiyatro oyunu gibi.

Düşünün, eğer herşeyi yaratabilecek güce sahip yüce varlık olsaydınız siz ne yapardınız?

Sonsuza dek bir kenarda ‘bliss’ denilen ‘eksiksiz mutluluk’ halinde oturur muydunuz?

Evet, belki başta bir süre otururdunuz. Ancak sonra sıkılır oyunlar oynamaya başlardınız.

Ve başta oyun olduğunu bilseniz bile, zamanla kendinizi oyuna kaptırırdınız.

Öyle ki kendinizi tamamen sürpriz maceralara bırakırdınız. Ve her oyunda kendinizi unutup, rolününüzün içinde kaybolurdunuz, adeta rolünüzün içinde erirdiniz. Kazanmak veya kaybetmek önemli olmazdı.

Hindu inanışında yaratılış bir işte böyle bir tiyatro oyunu gibi resmediliyor.

Evren Brahman’ın kendi kendisine saklambaç oynadığı büyük bir oyun.

Ve işte Brahman bu oyunu oynarken, her farklı varlıkta kendini varediyor, yansıtıyor.

Kendini parçalara bölüp her canlıda her birimizde farklı şekillerde kendini ifade ediyor, tüm olasıklıkları farklı varlıklarda bireylerde dışa vuruyor.

Ve kendisini rolüne öyle bir kaptırıyor ki bunun bir oyun olduğunu unutup, rolünün içinde eriyip, herşeyi gerçekmiş gibi yaşıyor.

Çünkü Brahman bu oyunu planlı programlı yapmıyor, senaryoyu yönetmiyor, olacakları kontrol etmiyor, Aksine her varlıkta bütün olasılıklara izin veriyor.

Herşeyi gören, yargılayan, kontrol eden bir kral ya da teknisyen gibi davranmıyor.

Mükemmel olmaya çalışmıyor,

Tek bir emeli veya varoluş biçimini gerçekleştirmeye çalışmıyor, herşeye kadir olduğu için herşeyi, her olasılığı birden yapıyor. Herşey olabilme gücünü özgürce tüm varlıklarda tüm oluşlarda farklılıklar ile ifade ediyor. Ne olursa. Spontan ve düşünmeden, planlamadan. Kendisini ‘sadece olmaya’ özgür bırakıyor.

Şarkı söyler, dans eder gibi.

Yani rolünü içtenlikle oynuyor ancak ciddiye alarak değil.

Peki oyun bittiğinde veya rüya bittiğinde ne yapıyor?

Tüm parçaları bir araya topluyor ve kendi bütünlüğünün yeniden farkına varıyor.

İşte Hindu inanışına göre bizim yaşadığımız dünya Brahman’nın kendisini bende, sende, onda ve evrendeki her şeyde farklı şekillerde ifade etmesi.

Aslında hepimizin özü Brahman. Ve hepimizin özü tek ve bir.

Sadece biz bunu rüyada unutuyoruz.

Yani ‘Ben’in aslında ‘O’ olduğunu, her birimizin Kozmik Benlik olduğunu, Brahman’ın kendisi olduğunu unutuyoruz. Ve bu birliğe ‘Tatvamasi’ diyor Hindular. Birliği unutuşa ve yaşadığımız rüyanın bir gerçeklik olduğuna inanmamıza ise ‘Maya’ yani illüzyon diyorlar.

İşte bu ilüzyona inanmaya devam ettiğimiz için, sürekli doğup ölüp yeniden doğduğumuz reenkarnasyondan, yani ‘Samsara’ isimli kısır döngüsüden kurtulamıyoruz.

 

Asıl gerçeklik olan tekliği, birliği, hepimizin aynı öz olduğumuz bilgisini unuttuğumuz için sürekli dönen bir çember içinde koşup duruyoruz. Sürekli yeni bir rüyada ilüzyonda buluyoruz kendimizi.

 

Peki evrensel ruh ile bir olduğumuzu, kozmik güç ile bütün olduğumuzu hatırlayarak özgürlüğe erişmek yani Mokşa’ya ulaşmak nasıl mümkün?

 

Hintliler’e göre  kendimizi kaptırdığımız ızdırap çarkı olan Samsara’nın 6 boyutu olduğuna inanıyorlar:

  • Herşeyin mükemmel yaşandığı, duyusal ve fiziksel tatminin dorukta olduğu Tanrılar ya da Cennet Boyutu,
  • Kıskançlık ile Yarı Tanrılar Boyutu,
  • Cehaletin ve İçgüdülerin Hayvan boyutu,
  • Öfke, endişe ve nefretin cehennem boyutu
  • Sonu gelmez açgözlük ve bir türlü tatmin olamayan Aç Hayaletler boyutu
  • Arzular, duygular ve kuşku ile İnsan boyutu,

İşte Hintlilere göre hem kendi yaşamlarımızda hem de yeniden dünyaya gelerek sürekli bu çarkın içinde dönüp duruyoruz. Ve amaç, akıntıya kapılıp hayatlar boyu bu döngüyü yaşamaktan kurtulmak.

Peki bu döngüyü neden yaşıyoruz? Egomuz yani sadece düşüncelerimiz ile özdeşleşen kısıtlı bilincimiz yüzünden. Cehaletimiz yüzünden gerçek doğamızın tanrısal olan ile bir olduğunu fark edemiyoruz.

Bu yanılsama yani Samsara döngüsünden kurtulmak, rüyadan gerçekliğe uyanmak, özgürleşmek yani Mokşa’ya ulaşmak nasıl mümkün?

Hintlilerin hayatının yaş ile belirlenen 4 evresi var:

  • Hayatı öğrendiği Öğrenci evresi. Aslında öğrenci evresinde Hintli çocuklar ve gençler, doğru ve erdemli yaşam kurallarını gösteren Dharma eğitimine başlayarak Samsara’dan kurtulamanın için ilk tohumlarını alıyor. Evrenin düzenini sağlayan kozmik doğa yasası olan karmanın ne olduğunu öğreniyorlar. Ruhsal gelişim için, hakikate ulaşmak için doğru tutum, doğru anlayış ve doğru davranışının ilk temellerini öğreniyor. Ve iyi bir karma yaratabilmesi için, Dharma’nın gerektirdiği doğruluk, erdem, ahlak, bilgelik bilincinii kazanıyorlar.
  • Ardından evlenip, çoluk çocuğa karışıp, çalışıp, sosyal sorumluluklarını yerine getirdiği Aile Reisi evresi geliyor.
  • Sonra da artık çocuklarına işini devredebildiği, para kazanmak, güvenlik sağlamak, sosyal sorumluluklarını yerine getirmek zorunda olmadığı orta bir yaşta, hayatın günlük hayaton sorumluluklarından ve de ihtiyaçlarından kendisini emekli ettiği Orman Sakini evresi başlıyor.
  • Bu evre eğer başarılı olur ise, metalar dünyasından tamamen uzaklaşıp, Mokşa’ya ulaşmak ile ilgilendiği Feragat Evresi geliyor. İşt bu evrede insan ismini, tüm kimliklerini, rollerini, egosunu, deneyimlerini geri de bırakıp, evrenle bir olunca, ölüm geldiğinde öldürecek kimseyi bulamıyor.

 

Gerçeği arama, kalıcı ve sonsuz olanı bulma evresinde, zihni sakinleştirmek için ‘yoga’ denilen teknikleri, meditasyonlar, akıl yürütmeler, fiziksel ve ruhsal çalışmalar ile:

  • Zihni düşüncelerin, fikirlerin, kelimelerin hipnozundan, kaygı, endişe, açgözlülük, öfke, kıskançlık döngüsünden kurtarmak
  • Akıl yürütmeler ile gerçekte bir dualitenin olmadığının, birbirinin zıttı gibi gözüken herşeyin ancak birbiri ile varolduğu, el ele gittiği, birbirini tamamladığını kavrayarak berrak bir zihne ulaşmak
  • Ben ve ötekinin aynı anda ancak birlikte olarak varolduğu, her birimizin kozmik varoluşun titreşimleri olduğunun farkına varmak
  • Yani Samadhi ‘bütünlük, tamamlılık, birlik, aynılık, eşitlik’ bilincine ulaşmak amaç.

 

Yani tek bir gerçeklik vardır. O da her şeyin öz varlığı olan yani evrensel ruh olan Brahma’dır.

Bu Yaratıcı ve sonsuz güç, sende, bende, onda, her yerde ve her şeydedir.

İşte her şeyin ve herkesin özünde bulunan Brahma’ya, Atman deniyor.

Brahma bir okyanus ise, Atman bir su damlası gibi.

Damla okyanusla birleştiğinde, okyanusun içinde birleşip bütünleşir, bu dünyadaki varlıkların da öldükten sonra bu su damlası gibi Tanrı ile birleşip, Tanrı’da yok ve bir olacağı ifade edilir.

Brahman’ı algılamak var olan her şey ile bir olduğunu bilmek, insanı bireysel, ben bilincinden uzaklaştırıp diğer varlıkların bilinci ile özdeşleşme olanağı sağlar, yani kendimizin her varlıkta olduğu gerçeğini anlayıp idrak edebiliriz.

Chandogta Upanişad’da, Brahman ve Atman ilişkisi ile ilgili şöyle açıklanıyor: “Tanrı her şeydir. Evrende var olan bütün görüntüler, duyular, arzular ve işler Tanrı’dan zuhur ederler. Fakat bütün bunlar sadece isim ve şekillerdir. Tanrı’yı tanımak için, kişinin kendisi ile kalbinin derinliklerinde gizli olan Tanrı’nın aynı varlık olduğunu idrak etmesi gerekir. Kişi, ancak bu şekilde ıstıraplarından ve ölümden kurtulur, her bilginin ötesinde cevher ile bir olur”

İşte Hintliler, kendi içimizdeki Atman’ın, öz ile Tanrı yani Brahma ile aynı varlık olduğunu idrak ettiğimizde kurtuluşa ulaşılacağına inanıyor.

 

 

Sadhguru ile yaptığım çalışmalar Hinduzim’den çok Budizm temelli çalışmalar idi. Ancak evrensel güç ile birlik olduğunu kavramak Budizm’in de özünde yer alıyor. Ve benim bu kavrayış ile temas ettiğim en özel an, ormanda nehir kıyısında yaptığımız bir yoga ve meditasyon çalışması sonrası nehri geçerken yaşadığım bir deneyimdi.

Herkes nehirden geçip Isha Yoga’ya geri dönerken, yaptığımız çalışmayı biraz sindirmek için nehir kıyısında oturmuştum. Arkadan nasıl olsa yetişirim diye düşünmüştüm. Onlarca insan geçtiği için çalkantılarla çamurlanan ve dalgalanan suyun, herkes geçip gittiktn biraz sonra, zamanla nasıl durgunlaştığını gördüm. Ardından cam gibi dümdüz olmuş suya eğilip baktığımda hem kendi yüzümün yansımasını, hem de dipteki taşları, yosunları ve balıkları gördüm. Yüzüm ve dipteki herşey aynı karede idi. Yani hepsi bir idi.  Müthiş bir huşu ve rahatlama ve güven duygusu hissettim içimde.

‘Bulanık bir suya baktığımızda diptekini ve kendi yansımamızı göremeyiz. Oysa duru ve berrak bir suya baktığımızda hem kendi yansımamızı hem de en derinde yatan herşeyi birden görürüz. Ve de bu berrak görüntüde biz ve derinlik birlikteyizdir, birizdir. İşte ancak zihnimiz ürettiği tüm zıtlılardan, çelişkili düşüncelerden ve arzulardan arınıp, berraklığa kavuştuğunda bu birliği anlayabiliriz.’  Şeklinde bir farkındalılık yarattı bu deneyim bende.

ALAN WATTS – ‘YAŞAM RÜYASI’

Doğu bilgeliğini batıya tanıtan filozof ve mistik Alan Watts’ın ‘Yaşam Rüyası’ isimli Hint varoluş felsefesini ve bu birlik duygusuna uyanmayı anlatan hikayesine bir kulak verelim isterseniz:

‘Diyelim ki, her gece istediğiniz bir rüyayı görebileceksiniz.

Ve farz edin ki, her gece rüyanızda yaşamak istediğiniz ömür kadar, mesela 85-90-95 yıllık bir zaman dilimini yaşayabileceksiniz.

Şüphesiz önce tüm hayallerinizi, gerçekleştiridiniz,

Tüm yapmak istediklerinizi yapar, bütün arzularınızı tatmin eder, gitmek istediğiniz yerlere giderdiniz.

Herşey tam istediğiniz gibi kontrolünüz altında olurdu.

Herkes istediğiniz gibi davranırdı,

Tüm sonuçlar istediğiniz gibi olurdu.

Çünkü hepsini siz belirlediniz. Yani herşey mükemmel olurdu.

Her sabah nefis bir ömür yaşadığınız rüyalardan yüzünüzde kocaman gülümsemeler ile uyanırdınız.

Ancak büyük zevklerle dolu 5, 10 belki 20 geceden sonra şöyle demeye başlardınız “Güzel bu baya iyiydi. Ama şimdi bir sürpriz olsun. Bu sefer benim kontrolümde olmayan bir rüya olsun. Başıma birşeylerin geleceği, ama ne olacağını bilmediğim bir rüya’

Ve sonunu bilmediğiniz maceralara atılırdınız.

Ardından uyanıp şöyle derdiniz: “Wow, neredeyse ramak kalmıştı, değil mi?”

Yavaş yavaş göreceğiniz rüya hakkında daha cesur, daha maceracı olurdunuz.

Ve öyle bir gün gelirdi ki tamamen kontrolü bırakırdınız. Kendinizi tamamen rüyanın doğal akışına kapıtırırdınız.

Ve sonunda rüyanızda şu anda olduğunuz yeri ve yaşadığınız hayatı

görmeye başlardınız.

Sahip olduğunuz sonsuz seçeneklerin içinde, bugün yaşadığınız sizi!

İşte bu illüzyondan uyanmaya hazır olduğunuzda, uyanacaksınız.

Kendi gerçekliğini göreceksiniz!

Dünyaya şans eseri fırlatılmış, herşeyden ayrı bir yabancı gibi değil de, bütünün bir parçası olarak. En derinde varoluşun kendisi olarak.

 

Şaşırtıcı değil mi?

Neden olmasın diye düşünüyor insan değil mi?

 

İşte Hindistan’da avuçlarını birleştirip alnına götürerek sizi selamlayan birisini gördüğünüzde, bilin ki sizin içinizdeki evrensel ruhu, kozmik gücü selamlıyor.

Zeynep Atılgan Boneval

 

 

 

 

Parlak, çarpıcı, göz alıcı renkler

Rajastan’da kadınlar neredeyse fosforlu renklerde ipek dokuma ve keten kumaşlardan ‘sari’ ler giyiyor. Sadece beş metrelik bir kumaştan ibaret bu giysiyi vücutlarına özel bir şekilde sarıyorlar. Turuncu, Pembe, Kırmızı, Sarı, Turkuaz, Mor renklere bürünmüş kadınlar sokaklarda çarpıcı bir renk cümbüşü yaratıyor.

 

Nerelere uğrayalım derseniz?

Mumbai‘de Leopold Cafe Shantaram romanının bir sahnesi gibi! Jaipur‘da Narain Niwas Palas otelin barı Palladio Bar mutlaka bir içki molasını hak ediyor. Yine Jaipur’da şehrin dışında dağların tepesinde yer alan Samode Palace otel, tarihi bir sarayda oryantal ancak asilzadelere layık soylu bir konaklama deneyimi  sunuyor.