ZAGREB – SEDA AÇIKOĞLU’NUN GÖZÜNDEN VE DİLİNDEN



SEDA AÇIKOĞLU’NUN DİLİNDEN & GÖZÜNDEN ZAGREB’E YOLCULUK

 

Dobar Dan… (İyi Günler)

 

Kış mevsiminin tedirginliği üzerimde. Balkanlar’dan gelen soğuk havaya doğru yolalıyorum, her tedirginliğin bir orta yolu vardır ümidiyle dolduruyorum her yanımı. İçine yün atkı, çorap ve kazakları tıkıştırdığım çantamı uzatırken “cam kenarı” diyerek gülümsüyorum görevliye. Sonradan bana verilen tebessümün sebebini uçağın boş olduğunu görünce anlıyor ve gülümsememin doruklarına doğru uçuyorum.

 

Hafta içi bir sabah ve uçak bomboş kalkıyor Zagreb’e sevgilerle…

 

Uzaktan bakıldığında soğuk, yakınlaştıkça sıcaklaşan yine de temkinli davranılan bir samimiyet içerisinde kucaklaşıyorum kentle. Yol kenarlarına toplanmış kar yığınları güneşle karşılaşınca ne yapacaklarını şaşırmış halde göz alıyorlar. Konuşkan bir o kadar da sevecen bir taksi şoförü tanıştırıyor beni Zagreb beyazıyla. Henüz soru sormadan anlattıkça anlatıyor, dikkat verdikçe hevesleniyor, göz göze geldikçe coşuyor, coşkulu cevaplarıyla manevra yapıyor. İsmi Igor, en sevdiği dizi MuhteşemYüzyıl, nam-ıdiğer “Sülüman” (yazıldığı gibi telaffuz ediyor). O kadar çok konuşası var ki otele ulaştığımıza üzülecek neredeyse, hararetle ve hızlıca anlattığı tavsiyeler yüzünden sıkıca giyindiğim fazlalıklardan taker taker kurtuluyorum.

 

 

 

Eğerki, sabahın çok erkeninde, uykunun ağırlıktan en derinde olduğu saatlerde çıkıyorsan yolculuğa çok da yük etme eşyayı kendine zira o saatlerin bir de güneşi var, doğmuşu var, yükselmiş öğleni var, içini ısıtan taksişoförü var. Kısacası eşyaya hamal etme kendini. Zagreb, Şubat’ın ortasında ayakları yerden kesen bir bahar havasında kucaklıyor beni.

 

Otel odası yatağında uyunacak iki gece var, bu demektir ki üç koca gün beni bekliyor. Zagreb sokaklarına hazırım, peki o sokaklar hazır mı adımlarıma? Hızlıca çantalardan kurtulup pencereden bana parıldayan havaya bırakıyorum gövdemi. Kent merkezine yürüme mesafesindeki otel seçimleri her zaman yabancıya olan tedirginliğimi bir nebze görmezden geldirir. Beklenmedik bir kuşkuya karşı kendimi güvene aldığım bir yol, sığınılacak alana koşma uzaklığı, ansızın bastıran bir şekerlemeye olan yakınlık hep şefkatli gelir.

 

İlk “hoşgeldin”i otelin önünde durakta bekleyen insanlar veriyor. Günaydın, mutluluk, temiz hava, sadelik ve biraz da tatlı yorgunluk. Gerçekten de gerek yokmuş o kadar ağırlıklara. Hafta içi sabahı işe koşuşturanlar, trafikte bir yerlere yetişenler, korna sesleri, kaldırımda omzuma çarpan pardonlar, suratıma bakan mutsuzluklarbekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Kişi beklentileri suya düştüğünde ne hisseder, hayalkırıklığı mı? Asla…

 

Bu birbirinin gölgesini ezmeyen kalabalık ve selamlaşmalar arasında olabildiğince sessizlik içerisinde, olabildiğince içimden, içime doğru olabildiğince yüksek sesle, avaz avaz bağırarak şarkı söylüyorum. Nefesimden daha sessiz geçen tramvay, aksırığıma göz kapaklarıyla çok yaşa diyen halk, kahkahalarıma dikkat çeken bakışlar arasında meydana doğru ilerliyorum. Fotoğraf çekmeye utanıyor, deklanşörün sokaktaki yankısına sus diyorum. Yine de biraz kaos, karmaşa, gürültü iyidir düşüncesiyle tüm kentin buluşmak için birbirini beklediği, rastlantıların gerçekleştiği, ulaşmaya çalışılan, eylemlerin yapıldığı, sahnelerin kurulduğu, yürüyüşlerin son noktası, toplu taşımların ilk durağı, tarihe tanıklık etmiş yüksek desibelli bir meydan bulurum umuduyla yürüyorum.

 

Yürüyor, yürüyor, yürüyorum, her yer tramvay, her yer bank, her yer ray, yürümek bu kadar yakışır bir kente. Her kaldırımda bir masa ve etrafına serpiştirilmiş sandalyeler, her an bastıracak bir yağmur ihtimaline şemsiyeler ve bir de üşümekten bunalanlara sıcak bir mola, soluklanacak bir duraklama, iç ısıtacak bir kahve.

 

Yürüyor, yürüyor, yürüyorum, hani şu ev kapılarının açık bırakıldığı kent efsaneleri vardır ya, Zagreb o efsanenin adresi işte. Yürümekten usanmış topuklarımla kavga içerisinde bir yer bakınıyor, tramvay durakları kadar bol kafelerden birini seçiyorum, zorlanmıyorum çünkü Zagreb sandalye üzerine kurulmuş bir şehir. Her boşlukta, basamakta, parkta, yeşillikte dört ayak üzerine kurulmuş… Yeter ki hava ısırmasın, dereceler eksilerde olmasın, yeter ki diken üstü olmasın biraz güneş açsın.

 

Yürürken kendini sevdiren kenti dolaşmaya devam, hem yolculuk ne umduğunu değil ne bulduğuna yürümektir yargısızca. Ki aslında yola çıkılmışsa bir kere, ne pahasına olursa olsun o yoldan çıkılması zordur. Hüzünle çıktığın ve ne ile karşılaşacağını bilmediğin yollarda çantana sıkıştırdığın şampuanlar gibi aşırmak istersin aslında bilmediğin o kentin dilini, her kentte vardır mutlaka dediğin güvercinlerden birini, ıssız sokaklarda koşturan köpeklerin heyecanını, kulağında çınlayan adımları ceplerine çalasın gelir, sokak lambalarını, tabelaları, trafik işaretlerini hatta saçlarını ıslatan, pabuçlarından içeri sızmayı başaran yağmur sularını bile…

 

Eğer içinde bulunduğunuz kent düşen yaprak seslerinin duyulduğu, ani frenlerin olmadığı, öksürük seslerine maruz bir tiyatro salonu gibiyse dersin ki sessizliğin dozajı iyi alınmalıdır, zira biraz disko herkese iyi gelir.

 

İşte bulmayı ümit ettiğim meydan. Ban Jossip Jelacic. Tam da tahmin ettiğim gibi. Kentin orta yeri, bekleyen, beklemekten sıkılmış, tramvaya koşan, sarılan, fotoğraf çektiren insanlar, ufak tefek dükkanlar, bildik markalı mağazaların işlek kapıları, kırmızı yanaklı amcalar, üniformalı rahibeler, katedraller, tarihi unutturan binalar, bisikletli kızlar, heybetli anıtlar, çiçekciler, ilk sigaralarını içen gençler, pazarda sebzelerini satmak için etrafa seslenen kadınlar, sokak müzisyenleri, kravat sembolleri ve yine bol bol duraklar, şemsiyeler, sandalyeler.

 

Sandalyelerin arasından kentin davetkâr tenhalığına doğru ilerliyorum. Üç gün boyunca tüm kenti ayakizlerimle, gülen yüzümle dolduruyorum. En ücra kaldırım taşlarını, gizli geçitlerini, yüksek katlı banliyölerini, alışveriş merkezlerini, hayvanat bahçelerini, tramvay koltuklarını, buz tutmuş nehirlerini, Tkalciceva sokağını, işçi bloklarını, adını söyleyemediğim tatlılarını, şarap mahzenlerini, üzerine basılmamış karlı parklarını, stadyumlarını, Dolac pazarını,mezarlığını, yaban mersinli likörlerini, bitmiş ilişkiler müzesini, rengarenk çatılarını, zerafet dolu binalarını, kalp şekilli, ballı kurabiyelerini…

 

Eğer yere doğru bükülmüş dudaklarını yukarıya kaldırmak, mutsuzluğunu local anestezi ile aldırmak, kalp atışlarının sesini duymak, huzurun yanağından bir makas almak istiyorsan Zagreb’e git. Eğer kalabalıklar arasında kaybolmuşluğuna sinirleniyorsan, zamansız hüzünlerinden boğuluyorsan, nedenleri sorgulamak yerine, git Zagreb’e, kendine bir sandalye kap en güzel yerinden.

 

Yazının başına dönmek için tıklayınız

Seda Açıkoğlu