VİYANA – SERAP BAŞOL’UN GÖZÜNDEN

Viyana’ ya ilk kez bir konferans için gitmiştim. Otele iner inmez üç-dört güne neler sığdıracağımı belirlemeye çalıştım, programımı yaptım; insan kısa sürede daha hızlı harekete geçiyor, o akşam hemen bir şehir turuna katıldım. Beni otelden aldılar, on-oniki kişi kadar vardık. Önce kentin başlıca noktalarından geçip bir zamanların mavi, şimdinin koyukahve renkli Tuna kıyısına demirlemiş bizim boğaz vapurlarının daha küçük boyutlarında Johann Strauss adlı restoran vapura bindik. Vapurda turistik vals gösterisi ve içecekler sundular. Haziran ayındayız, hava geç kararıyor, akşam turu zevkli sürüyor, ama karikatürize bir tarafı da var. İki yüzyıl öncesinin romantik Strauss valsli gezintilerinin anılarını bugünün ortamında canlandırmaya çalışmak o arzulanan ortamı yaşatamıyor. O yüzden hayal gücümüzün devreye girmesi gerek.

 

Akşam yemeği için Viyana’nın dışındaki tepelerde yerleşik bir bağ köyü olan Grinzing’e gidiyoruz. Grinzing; tek katlı köy evleri, dik çatıları, pencere önlerinden sarkan çiçekleri, pastel ve koyu renklerdeki aşı boyaları ile çok sevimli görünüyor. Evlerin bir çoğu taverna olarak hizmet veriyormuş; gürültü ve eğlence sokaklara taşmış,  biz de birine girip masalara yerleşiyoruz. Hemen her seyahatte başıma ilginç şeyler gelir, burada da pek farklı olmadı. Sıra sıra dizili masalarda yer, içer, sohbet ederken karşımda oturan elli küsür yaşlarında, beyaz saçlı rehberimiz bana doğru konuşmaya ve kendini anlatmaya başladı: Macaristan’ın işgalinden sonra karısıyla birlikte Avusturya’ ya kaçıp sığınmışlar, başta çok sıkıntı çekmişler ama şimdi düzenleri kurulmuş, rehberliği akşam saatlerinde yapıyor, gündüz başka bir işte çalışıyormuş, yaşamında ruhsalbilime inanıyormuş, geçmiş yaşamlarının çoğunu biliyormuş. Bana; Roma devrinden beri bir çok kez asker olarak gelip gittiğini, dümdüz alnının yıllar yıllar boyu başına miğfer giymekten bu şekli aldığını, çoğunlukla Orta Avrupa civarında doğmayı seçtiğini, bundan bir öncekinde Almanya’da mutsuz bir genç olarak canına son verdiğini, ancak büyük pişmanlık duyup geçmişini bağışlamaya çalıştığını bir çırpıda anlatıverdi. Beni Eski Mısır’daki bir yaşamdan tanıdığını, ona hocalık etmiş olduğumu hatırladığını da söyledi. Tüm bu anlattıklarını tek kelime edemeden ağzım açık dinledim, konuşma başladığı gibi aniden bitti, sağımda solumda oturanlara bakındım, kimse konuşulanların farkında  değildi. Bütün bunlar gerçekten oldu mu, neden kimse konuya dahil olmadı, benim duymamın anlamı neydi? bilemeden yemeğimi bitirdim. Ertesi gün konferansta  hepsini unuttum.

 

Öğle tatilinde otele yakın Kartnerstrasse’de yürüyüşe çıktım. Güzel, aydınlık bir gün, gözüme kestirdiğim yerler olursa Cumartesi yine gelmeye niyetliyim. Dönüşte bir parktan geçip ana caddeye çıkmak için ışıklarda durdum. Viyana cadde ve sokaklarının kaldırımları çok geniş, yol kenarlarında bisikletliler, kay kay yapanlar için ayrılmış bir bölüm var, ışıkları kollayarak ilerlerler -mi sandınız? yanıldınız. Ne olduğunu anlayamadan aniden kuvvetli birşey tarafından çarpılıp kendimi yerde buldum. Kırmızı ışıkta duramayan bisikletli bir bayan bana toslamış.  Yuvarlandığımız yerden şaşkın bir halde kalktık, üstümüzü başımızı silkeledik. İyisiniz ya diye birkaç kez sordu, özür dileyip uzaklaştı, bense bu da neydi böyle diye düşünerek afallamış bir halde kaçık çorabımla konferansa döndüm.

 

Akşam  yemeğinden önce ertesi gece için opera bileti aldım.  Dışı sade, içi görkemli ünlü Viyana Operasında Viyana Filarmoni tarafından seslendirilen Beethoven’in Fidelio operasını seyrederken biletler pahalı, insanlar şık, atmosfer müthiş etkileyici, müzik ise harikulade diye düşündüm…

 

Cumartesi Karntnerstrasse’ye çıkan sokaklardan birinde keşfettiğim kumaşçıdan Avusturya keteni tiril tiril tayyörlükler, sonra meşhur tatlıcı Sacher’den hazır kutulanmış çikolatalı kahveli turtalar aldım. Döndükten sonra arkadaşlarımla Türk kahvelerimizi içer seyahat anılarımı konuşur, tatlılarımızı yeriz. Yorgunluğumu atmak için yol boyu rastladığım kafelerden birine girdim, boş bulduğum iskemleye yerleştim. Türklerin kuşatmalar sonrasında Viyana’ya etkisi yüzlerce yıl sürecek keyifli bir hatıra olarak bıraktığı kahvenin halk tarafından içilebildiği ilk kahvehane 1685′te açılmış. Günümüzde herkesin rağbet edip uğradığı, eş dostla buluştuğu, gazetesine göz atıp kahvesini yudumladığı kafeler çoğu büyük şehirde olduğu gibi Viyana’da da yaygın. Pek çok çeşit arasında hangisini tadacağınıza karar vermek güçleşiyor.

 

Kahveden sonra caddenin sonundaki büyük katedral Stefansdom beni bekliyor. Romanesk tarzın en güzel örneklerinden biri olan katedralin biraz da ürkütücü bir görüntüsü var; kulelerine bakarak etrafını dolaşıp içeri giriyorum. Vitraylardan süzülen ışık, mumlar, tütsü kokuları, güçlü org nağmeleri arasında, hüşu verici bir ortamdayım, sıralardan birine oturmamla ağlamaya başlamaz mıyım? Ama nasıl ağlamak, hıçkıra hıçkıra.. Ne oluyor, şimdi kimbilir neler su yüzüne çıkıyor diye düşünüyorum? Bir yandan da Macar rehberin söyledikleri aklıma geliyor. Ya bütün bu olanların geçmiş yaşam deneyimleriyle gerçekten bir bağlantısı varsa? Senaryo yazacak olsam; belki bir Yeniçeri olarak Viyana kapılarına dayanmış oralarda sevdiklerimden uzakta ölmüştüm, belki yüzyıllar sonra Nazilerden kaçarken kiliseye sığınmış, korkudan ya da gerçek yaralarımdan dolayı oracıkta can vermiştim. Düşündükçe daha neler yazılabilir neler. Belki de buna benzer deneyimler yaşamış insanların duygularını algılayıp onları akıtmaktaydım. Herneyse gözyaşlarım içimi bir güzel yıkadılar, rahatlamış ancak yorgun bir halde dışarı çıktım. Otelin karşısındaki Şehir Parkına yürüdüm. Banklarda, çimlerde, iskemlelerde oturmuş güneşlenen, okuyan, sohbet eden, çocuğuyla ilgilenen kent sakinleriyle birlikte yakınlardan yükselen Brahms ve Strauss ezgilerini dinledim. Etrafımızdaki tavus kuşlarıysa sakin sakin dolaşırken arada bir tüylerini kabartarak cırtlak çığlıklar atıp tam tezat bir ses duyuruyordu. Biraz daha toparlanıp otele döndüm, gece karışık rüyalar gördüm.

 

Pazar sabahı erkenden metroyla Schönbrunn Sarayına gittim. Kraliçe Mari-Teresa’nın sürekli oturmayı tercih ettiği yazlık saray adını, bahçesinde keşfedilen su kaynağından almış (GüzelÇeşme). Koyu sarı renkli, dıştan sade görünen içi şatafatlı döşenmiş bu sarayda küçük Mozart resitaller vermiş, Gluck operalarını sunmuş. Sarayı çevreleyen bahçeler içerinin rutubet kokulu, eski eşya yüklü salonlarından daha çekici. Gloriette tepesine çıkıp bahçeleri ve saray manzarasını seyredenlere katılıyorum. Çoluk  çocuk herkes bahçeye yayılmış; kimi yürür, kimi yer, kimi dinlenirken ben derin düşüncelere dalıyorum. Üç gündür arka arkaya olanlara bir anlam vermeye çalışıyorum ama bir şey bulamıyorum.

 

Ertesi sabah otel çıkış işlemlerini yaptırırken başımdan aşağı kaynar sular dökülmez mi?, bu seyahat te biraz fazla olaylı oldu yani !  kasa anahtarımı kimbilir nerede kaybetmişim, arıyorum arıyorum yok. Pasaportum, biletim, harcamayıp tasarruf ettiğim paralarım hepsi kasanın içinde. Aksi gibi yedek anahtarları da yokmuş. Yapılacak tek şeyin bir çilingir çağırmak olduğunu ve bana pahalıya mal olacağını söylüyorlar. Napalım ülkem, işim, sevdiklerim beni bekler, dönmem gerek, varın tez çağırın diyorum. Cebinde sürü sepet anahtarla asık yüzlü yaşlı bir çilingir yarım saatte ancak geliyor, tamtamına iki yüz dolar (gitti paracıklar!) ödüyorum, uçağa zor zahmet yetişiyorum.

İkinci Viyana Kuşatması bu seyahatten birkaç yıl sonra geliyor…

 

Serap Başol