ANTAKYA İZLENİMLERİ
Amos Dağları ile Habib-i Neccar Dağı arasında yer alan Asi Nehrinin iki yakasına yayılmış Antakya, Anadolu’yu Arabistan ve Afrika’ya bağlayan bir kavşak olarak binlerce yıldır kervanların ve insanların uğrak noktası. Aslında ticaret bahane, Antakya farklı inançlar, mezhepler, gelenekler, yaşam biçimleri ve medeniyetlerin bir potada eridiği harika bir kesişim noktası.
Öyle bir şehir düşünün, bir camii duvarını bir kilise ile paylaşıyor ve aynı çembere dev bir sinagog olan Havra sığıyor? Aynı sokakta Katolik, Ortadoks ve Protestan kiliseleri neredeyse yan yana duruyor. Köy kahvelerinde ise Arapça, Ermenice ve Türkçe birbirine karışıyor. Ortak kutlanan bayramlar, sofralarda beraber yenilen yemekler… Ütopya gibi değil mi? Ancak ibret-i alem Antakya’da bunların hepsi gerçek.
Antakya; Müslümanlar, Museviler, Levantenler, Ermeniler, Aleviler, Afganlar, Türkmenler, Araplar ve Türklerin, birbirini saygı ve hoşgörü ile kabullendiği dev bir kültürel mozaik. Ve şehirde camiiler, kiliseler ve havralar yan yana uyum ile harmanlanmış, gündelik hayatın bir parçası olarak ibadet yaşamlarına devam edebiliyor.
Antakya’nın tarihi şehrinde arnavut kaldırımlı dar sokaklarında, muhteşem kapı tokmaklarına sahip, kimi restore edilmiş kimi de virane halde eski Antakya evleri dizilmiş. Sokaklarda yürürken açık bir kapıdan kafanızı uzatırsanız meyve ağaçları ile dolu yemyeşil geniş avlular göreceksiniz. Hatta turşu kuran hanımlar varsa sizi mutlaka içeri tatmaya davet edecekler. Hepsi güler yüzlü insanlar olan Antakyalılar, çok konuşkan değil ancak gönülden paylaştıkları lezzetleri ile size misafirperverlik gösteriyorlar. Sanki kelimeler yerine, kokular ve tatlar konuşuyor burada.
Farklı kültürün izlerini taşıyan şehir, kekik kokan dağları, buram buram deniz kokan upuzun sahilleri, portakal ve limon çiçekleri kokan ovaları, rüzgarla salınan gümüş yeşil yapraklı zeytinlikleri, bağları, bahçeleri, asmalar ve incirler ile doğanın kutsadığı bereketli topraklar ile çevrilmiş.
Iyisi mi siz, zamana, inançlara, depremlere meydan okuyan Kilikya’nın ucundaki bu topraklarda, kendinizi efsanelerin, manzaraların, kokuların ve lezzet ustalarının eline bırakın…
ANTAKYA TARİHİ
Efsaneye göre, Makedon Kralı Büyük İskender, MÖ 333 yılında Anadolu’da güneye doğru fetihlerine devam ederken, Antakya’nın doğusunda tatlı bir su kaynağının yanıbaşında dinlenmek için mola vermiş. Bu pınarın tatlı suyunu içerken, annesini hatırlayıp öyle duygulanmış ki, bu özlem ile pınara annesinin ismi olan Olympias ismini vermiş. Ve hemen burada bir çeşme ve kale inşaa edilmesini emretmiş.
Generallerinden Seleucus I. Nicator’u bu civarlarda bir kenti kurmakla görevlendirmiş. Seleucus ise kenti tam olarak nereye kuracağını belirlemek için bir kurban kesip, tanrılardan yardım istemiş. Süzülerek gelen bir kartal kurban etinden bir parçayı alıp, bugünkü Antakya’nın olduğu yere bırakmış. Ve general Seleucus kentin buraya kurulmasını emredip, babasının adı olan ‘Antioch’ ismini kente vermiş.
Antiochia, Helenistik dönemde yüzbinleri bulan nüfusu ile, Roma ve İskenderiye’den sonra, dünyanın 3. büyük kenti haline gelmiş. Daha sonra Roma’lılar tarafından ele geçirilen kent ilk Hristiyan cemaatlerine ve olimpiyatlara ev sahipliği yapmış.
Perslerin sürekli akınlarına uğrayan şehir, sırası ile Bizans, Arap, Selçuklu, Haçlı ve Osmanlı İmparatorluğunun hükümdarlığı altına girmiş. Farklı depremlerden de nasibini alıp epey zarar görmüş şehir, her seferinde yeniden yapılanmayı başarmış.
Antakya, I. Dünya Savaşı sonrası 20 yıl Fransızlar’ın egemenliğinde kaldıktan sonra, kısa ömürlü Hatay Cumhuriyeti’ne ev sahipliği yapmış. Ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası haline gelmiş.
YOLCULUKTERAPİSİ ANTAKYA YAZILARI
Antakya şehir içi ve civar keşif rotaları için www.yolculukterapisi.com/antakyarotalar
Antakya lezzetleri ve restoranları için www.yolculukterapisi.com/antakyarestoran
Antakya konaklama ve alışveriş adresleri için: www.yolculukterapisi.com/antakyaotelalisveris
Zeynep Atılgan Boneval