CEBU – SEÇİL SAĞLAM’IN GÖZÜNDEN

Kalbim Cebu’da kaldı…

 

Filipinler’in güney şehri Cebu’da gün çoktan başlamış. Cebulular yanları açık rengarenk otobüslerine doluşup işlerine gidiyorlar. Benim üzerimden de bir gün önce oteldeki odamda yaptırdığım masajın rehaveti gitmiş. Ruhum ve aklım yeni keşiflere hazır. Kaldığım otelden Bohol adasına götürecek olan tekneye, taksiyle varmak 5 dakika. Bileti alıp tekneye kurulmak ve önümüzdeki 2 saat boyunca yani adaya varıncaya dek, dünyanın hiç aklıma gelmeyecek bir yerinde olduğumun farkına varıp keyiflenmenin bedeli ise paha biçilemez… Sanki bir yerden tanıdık bu cümle.

 

Limandan taze portakal suyu alıp teknenin açık kısmına yerleşiyorum. Bulutlar, denizin rengi, güneşin yumuşacık dokunuşu kusursuz bir güne başladığımın habercisi gibiler. Tek kusur -o da bulmak gerekirse- tekne yol almaya başlayınca motorun gürültüsünden içeri kaçmak zorunda kalmak. Okyanusun her yanına serpiştirilmiş uzaktan bir görünüp bir kaybolan adalar dünyanın bu aklıma gelmeyen yerine ayak bastığım için içimi mutlulukla dolduruyorlar. Yaklaşık 2,5 saat sonra işte Bohol adasındayım.

 

 

Bohol’a varmadan önce, Maldivler’de oldugu gibi sadece “ada”yla karşılaşacağımı düşünürken aslında küçük limanıyla, dükkanlarıyla, hatta havaalanıyla, tropikal bir adanın küçük bir şehre dönüşmüş haline ayak bastığımı fark ediyorum. Tekneden inince ellerinde günlük gezi rotalarını sundukları broşürlerle bir kaç Filipinli adam turist görünümüm itibariyle bana doğru yanaşıyorlar. Ellerinde, uğruna yollara düştüğüm Tarsier maymunları ve görmeyi planlamış olduğum Chocolate Hills’in fotoğrafları olan broşülerle. Kısa bir diyalogtan sonra öğreniyorum ki Chocolate Hills bulunduğum limana arabayla 120 kilometrelik bir mesafede  ve bu Cebu’ya son dönüş teknesini kaçırmama sebep olabilir. ‘Belki bir dahaki sefere’ diye umarak riske atmıyorum ve gezinin hatlarını Tarsier maymunları, asma köprü, 16. yy. dan kalma bir kilise ve yüzer restoranda öğle yemeği olarak belirliyorum. Filipinli rehber-şoförümün eşliğinde ada turuna başladığımda gittikçe daha yeşil, daha dingin yollar ve huzurlu yaşam beni sarmalamaya başlıyor.


Kıvrıla kıvrıla giden sık ağaçlı ada yollarından, sade, doğayla bütünleşmiş evler ve bahçelerden geçiyorum, manzaralar akıp gidiyor arabanın camından… Evinin önündeki yol kenarına küçük, mütevazı, kendince bir tezgah açmış bekleyen Filipinliler, stres kelimesinden habersiz tembel tembel oturuyorlar. Bunca doğallık ve hayatı temel ihtiyaçlara indirgemişlik son yılların gözde söylemleri olan “insanın doğadan uzaklaştıkça aslında özünden uzaklaştığı, hayatı modernleştikçe aslında karmaşıklaştığı, gerçek yaşamı ancak hayatlarımızı sadeleştirdikçe yakalayabileceğimiz” gibi düşünceleri aklımdan tekrar geçiyor ister istemez.

 

Bu arada asma köprüye de vardık. Geçmek ise öyle kolay değil. Doğayla iç içe yaşamanın hiç te kolay olmadığı gerçeği, altımdan akan nehre bakmamaya çalışarak incecik köprüden geçmeye çalışırken daha bir gerçeklik kazanıyor sanki. Oysa macera filmlerindeki oyuncular birilerinden kaçar yada birilerini kovalarken son sürat geçebiliyorlar bu köprülerden, oysa ne koşması ben ancak adımlamaya çalışıyorum. Köprüyü geçer geçmez karşıma çıkan hediyelik eşya satan minik ahşap klübeden aldığım -henüz görmeden sevimli bulduğum ve nesli tükeniyor diye yollara koyulduğum- Tarsier maymunlu anahtarlık ve magnetler ise beni bekleyen ödüllerim.

Geldiğim yöne ulaşmak için bir kez daha mecburi! bir köprü geçişiyle, bekleyen şoföre anahtarlıklarımı neşeyle gösteriyorum – o da sanki hayatında bu maymunlu anahtarlıkları ilk defa görüyor gibi Filipinlilere özgü bir nezaketle gülümsüyor ve “maymunları ziyaret” için yola tekrar koyuluyoruz.

 

Hava oldukça nemli, insanın üzerine yağışan bir ağırlıkta. Birkaç maymunu görebilmek için bir sürü turist büyükçe kafesin içindeki kısacık ağaçların arasında dolanıyor. Birkaç maymun ilgiden bunalmış olacaklar ki yüksek dallara tutunup bizi umursamazken, zavallı birkaçı da -belki de ilgiyi ve poz vermeyi sevdiklerinden- göz hizamızdaki dallardan patlak gözlerini daha bir patlatarak poz veriyorlar, yüzlerinde gülümsemeyle karışık bir ifadeyle üstelik. Türleri yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğundan dokunmak yasak. Ancak Taylandlı bir arkadaşım, Bangkok’taki “Weekend Market” adı verilen haftasonu pazarında yasal olmayan yollarla bu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan maymunların satıldığından bahsetmişti ne yazık ki.

 

Şoför-rehberim onlara dokunabileceğimi söylediyse de ben kafasını 180 derece döndürebildiğini duyduğum bu maymunların bir anda dönüp ısırabileceğini duyduğumdan yumuşacık görünen tüylerine aldanmamaya kararlıyım.

 

Belki de çok kısa bir süre sonra dünya üzerinde bu türün yok olmuş olacağı düşüncesinin burukluğuyla birkaç fotoğrafını daha çekiyorum gülümseyen komik yüzlerinin.

 

Arkamda maymunları bırakarak, nehrin üzerinde yan yana dizilmiş olan teknelerden birine biniyorum. Teknenin ortasındaki masaya yerleştirilmiş birkaç çeşit yemekte fazla gözüm yok, onlar da pek iştah açıcı görünmüyorlar zaten. Tek istediğim hayattan bir saat daha çalmak, bu tropikal ormanın arasındaki yemyeşil, sakin nehirde huzur içinde akıp gitmek…

 

Öyle de oluyor.. Sanırım bir saatlik bir rüya görüyorum..

 

Filipinliler bu tekne gezisini belli ki hergünkü rutininde yapıyorlar. Çalan müzik, teknenin nehir sonunda ‘u’ dönüşü yapacağı noktada bizi bekleyen ve tekne görünür görünmez şarkılarına başlayan çalgıcılar, tüm bunlar belli ritüeller olmasına rağmen, yine de doğallığı ve bana yaşattığı duyguları bozmuyor… Belki benim gibi “kamera gözlerle” bakan turistlerden çok etrafta yerli halk olmasından ve bu bozulmamış hayatlarına  bir an için dahil olma hissini yaşadığımdan… Hem de fazlasıyla.

 

Şimdiye kadar sesi kötü olan ve şarkı söylemeyi sevmeyen yada beceremeyen bir Filipinliye hiç rastlamadım, belki vardır ama eminim ‘Tarsierler’ kadar soyu tükenmektedir. Bir Filipinli için şarkı söylemek hayat demek, bu o kadar belirgin ki.

 

Yumuşacık sesleriyle iki kız müzik yapmaya başladığında tekne de onların ahenkli sesleriyle yol almaya başlıyor. Gözlerim doğanın mucizevi güzelliğini ve renklerini, her yerden fışkıran yeşilliği ve nehri görüntülemek için bir ortak arıyor, bu yüzden elimde fotoğraf makinesi teknenin bir önüne bir arkasına koşturup duruyorum. Bir yandan teknenin arkasındaki parmaklıklara yanımızdan geçen teknelerden nehre atlayan çocuklar tutunuyor, bir süre dinlendikten sonra da bir sonra geçen tekneyi yakalamak için yine suya atlıyorlar.  Bunu ilk gördüğümde çocuklardan biri suya düştü diye paniğe kapılıyorum ancak bunun oyun olduğunu anlayıp rahatlıyorum ama bu sefer de tekne çocuklara çarpacak diye endişeye kapılmaya devam ediyorum. Korkum yersiz. Çünkü bu onların en keyif aldıkları oyun muhtemelen. Onlara özenmemek elde değil. Kimbilir belki onlar da şehir yaşamına özeniyor ve büyüyünce nehirlerde yüzmek yerine trafiğin ve gürültünün hiç durmadığı şehirlerde kalabalığa karışmak istiyorlardır, sabah gördüğüm otobüslerin tıklım tıklım kalabalığında otobüsün parmaklığına tutunmak kuşkusuz daha az keyif ve heyecan veriyor olacak onlar için.

Tekne sakin sakin ilerlerken ve Filipinli çocuklar ağacın nehre eğilmiş olan dalına bağladıkları iplerle Tarzan misali suya atlarken bu gördüklerimi ancak filmlerde izleyebilirdim diye düşünüyorum.

 

Hiç bitmesin istediğim nehir gezisi Filipinli bir kadının amatörce hazırladığı illüzyon şovuyla sona eriyor. Elbette gerçek bir illüzyonistinki kadar heyecan verici degil ama ellerindeki imkanlarla teknedekilerin hoş vakit geçirmesine çalışmaları bile muhteşem bir çaba.

 

Bu görüntüleri hafızama kazıma telaşıyla fotoğraf çekme arasında kaybolduğum bir saat hızlıca aktı geçiyor. Tekneden inerken müzisyen kızların dilinde tekneden inenleri uğurlayan bir şarkı var, şarkının sözlerinde ayrılık ifadeleri olsa da hüzün değil, herşeye rağmen neşe saklı…

 

Dönüş feribotunda elimde tuttuğum patlak gözlü Tarsier maymununun maskotuna gülümsüyorum.

 

Güzel sesleriyle şarkılar söyleyen, minyon, kibar, güleryüzlü, gittiği ev derme çatma ve sonsuz bir yoksullukta olsa dahi o evlere ve işlerine gitmek için bindikleri otobüsleri rengarenk boyayan, birbirlerini koruyan, kollayan, yabancı bir ülkede bulunuyorlarsa orada hemen birlik olan bu insanları sevdiğimi fark ediyorum; herşey gerçek, belki de ben illüzyonken…

 

 

ADRES DEFTERİ

 

OTELLER

CEBU CITY MARRIOTT HOTEL

Otel, Bohol adasına kalkan teknelere taksiyle birkaç dakika mesafede. Ayrıca yürüme mesafesinde bulunan restoran ve alışveriş merkezi otelin hemen arkasında yer alıyor. Odanıza masaj servisi alabilir yada yorgun bir alışveriş gününün ardından otelin açık havuzunda dinlenebilirsiniz.

Cardinal Rosales AvenueCebu City, 6000 Philippines/Tel:  63 32 415 6100

 

PLANTATION BAY RESORT

Filipinler’in güneydoğusunda bulunan Cebu’da kalabileceğiniz en iyi resortlardan biri. Conde Nast Traveller tarafından “Dünyanın En İyi 100 Resort”u arasında gösterilen bu muhteşem otelde odanızın merdivenlerinden deniz suyuyla doldurulmuş lagüne inebilir, su sporlarından yararlanabilir yada tüm gün spa’sından çıkmak istemeyebilirsiniz.

Marigondon, Mactan Island, Cebu, Philippines 6015 / Tel. + 63 – 32 – 340 5900

 

ALIŞVERİŞ

BOHOL ADASI’nda nemli günü serinletmek için Hindistancevizi suyu, Tarsier maymunlu anahtarlık ve magnetler, hasır şapkalar ve renkli hediyelik eşyalar alabilirsiniz.

CEBU’daki SM City, Robinsons Place gibi alışveriş merkezleri birçok markaya evsahipliği yapıyor. Türkiye’deki fiyatlarla kıyaslama yaparak özellikle deniz sezonu alışverişinizi buradan oldukça hesaplı yapabilirsiniz. Ayrıca alışveriş merkezlerinde bulunan güzellik salonlarında çok ucuza kişisel bakım ve masaj yaptırabilirsiniz.

 

YEREL LEZZETLER

Bulabildiğiniz her yerde sarımsaklı ve buharda pişirilmis pilav, her markette bulabileceğiniz kurutulmuş tropik meyveler, en ünlü yemeklerinden sirkeli tavuk diye adlandırabileceğimiz “chicken adabo” ve tabii ki mango.

 

Yazının başına dönmek için tıklayınız

SEÇİL SAĞLAM