2026 DİLEKLERİ

1 Aralık 2025 sabahı, 2026 dilediklerimi yazmak için masanın başına oturdum. Ve fark ettim ki yeni yıldan birşeyler dileyebilmek için, önce hem gelecekte beni nelerin beklediğini, hem de geçmişin hesaplaşmasını yapmam gerekiyor.

Gerçekçi bir gelecek öngörüsü ve geriye dönük restorpektif için yazılı bir düşünme ve değerlendirme sürecine girdim.

İçinde bulunduğumuz tepetaklak dünya, altüst olmuş duygularımız ve kaygılarımız, geleceğin bizden talep ettiği yetiler ve beceriler, aidiyet ve anlamı nerelerde bulduğumuz, yeni kuşağın yeni dünyası, teknolojinin yükselişi, hız çağı, sahi bu sürdürülebilirlik gerçekten ne? Sahi neyi neden sürdürüyoruz? uzun yaşam dilemenin anlamı ne?… hepsini kendimce anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştım, ve yazdım yazdım: En sonunda da 2026 dileklerim ortaya çıktı. Kendim için, hepimiz için, ülkemiz için.

Böylece kendi kendime kimseden etkilenmeden hesaplaşmamı yaptım, alacak verecek defterimi kapattım. Duyurmak için yılın son günlerini beklesem de, ben yazımı 10 Aralıkta tamamlayıp yayına aldım.

Önceden paylaştığım birkaç dostumdan gelen ‘hepimizin hislerine tercüman olmuşsun’ yüreklendirici mesajları beni çok mutlu etti.

Ancak en çok sevgili dostum ve mentorum Salim Kadıbeşegil’in yorumu sevindirdi beni:

‘Yazdıklarını okuduktan sonra bir toplam çizgisi çektim ve Jack Nicholson’un Schmidt Hakkında filminde söylediği şu iki cümleye indirgedim her şeyi: bugün benim sayemde dünyada ne iyiye gitti? Hayatım kimin için nasıl bir fark yarattı?’

İşte hiç durmadan yazmak ve paylaşmaktaki amacım gerçekten bu: ‘her gün bir kişi için bile olsa bir iyilik, iyiye giden bir fark yaratsak, damlalar göl, göller nehir, nehirler okyanus olur’.

Bir de tutunmalarımızdan kurtulmak için Eckhart Tolle‘nin sözünü hatırladım: ‘Yeni bir şeye yer açmak istiyorsan, eskisine tutmayı bırakmalısın.’

Yazımı okuyup yorumlarınızı ve düşünceleriniz @yolculukterapisi instagram hesabıma mesaj göndererek paylaşırsanız çok sevinirim.

Hepimize sağlıkla, mutlulukla, iç huzuruyla, iyiliklerin çoğalıp karanlıkları aydınlattığı ve de kalbimizden geçenlerin gerçek olduğu bir 2026 diliyorum. Tabi ki kalbimizden ‘nelerin? neden?’ geçtiğini ayırd edecek anlayış, farkındalık, bilinç ve sorumluluk da herkesle olsun 2026’da!   

 

2026’dan ne dileyebilirim?

İnsanın gelecek için bir dilekte bulunabilmesi için, gerçekçi bir gelecek öngörüsü olabilmesi gerekiyor değil mi?

Ancak öyle değişken, tahmin edilemez, istikrarsız, kırılgan, kaygan bir dönemdeyiz ki.

Tüm dünyada ve ülkemizde istisnasız herkesin, ekonomik, ekolojik, politik, kültürel, varoluşsal krizleri hissettiği, kimilerinin kimlik karmaşası ve iş güvensizliği yaşadığı bir dönem.

Adeta ayaklarımızın bastığı zemin altımızdan çekiliyor ve biz bir boşluğa yuvarlanıyoruz…

Kaygılarla doluyuz:

Adalet yerini bulacak mı?

Ekonomi düzelecek mi?

Savaş çıkacak mı?

Dünyanın kaynakları tükenecek mi?

Doğal felaketler artacak mı?

Su ve gıda kıtlığı yaşanacak mı?

+1.5 derece küresel ısınma hedefinin hayal olduğu dünyamızı onarmak mümkün mü?

Ömrümüz uzuyor da peki nasıl sağlıklı, ayakta ve sağlam kafayla kalacağız?

Ve bu uzayan ömrümüzde tatmin ve huzurlu yaşamak için ne yapacağız?

Seyrettiğim gerçek mi yapay zeka mı?

AI ile donanmış robotlar işlerimizi elimizden alacak mı?

Teknoloji bize hükmedecek mi?

İnsan olmanın bir anlamı kalacak mı?

Güvende miyim!?…

 

Pek çok deli soru aklımızdaki geleceği kaygılarla donatıyor…

 

Hepimizin, hayatımızın her katmanındaki hızlı değişimlere, bir uçtan diğer uca dalgalanmalara, yani aslında ‘yeni geleceğe’ adapte olabilmesi için çeşitli yetiler ve beceriler geliştirmesi gerekli gibi gözüküyor:

*hızlı öğrenen, uyum sağlayan,

*çoklu meraklarla kendini geliştiren,

*esnek ve disiplinler arası düşünen,

*dayanıklı, verimli, çalışkan,

*zeki, çevik

insanlara dönüşmemiz gerekiyor gelecekte var olabilmek için.

Tabi bir de kalabalık içinde kendin olarak var olabilmek için de:

*sezgilerine güvenen, cesur, girişken

olmak gerekiyor.

Sadece bu kadar mı? Değil tabi ki… Yeni Gelecek Başka Neler mi Fısıldıyor?

 

Aidiyet ve Anlam Arayışı

Bir yandan ya anlam ya da kimlik karmaşası içindeyiz.

Bize verilen vaatler ya yetersiz kaldı ya da kısa süreli anlamlarını yitirdi.

Din çöktü…

Herkese refah ve mutluluk getireceği söylenen endüstri devrimi ve kapitalizm vaadinin aksine insanların yaşam ve imkanları arasında uçurumlar açtı.

Futbol, moda nereye kadar bir aidiyet sağlar ki?

Bizi genç, diri, güzel tutacak yeni icatların, gençlik iksirlerinin de geçici olduğunu anladık?

Influencer’ların ve sosyal medya ünlülerinin peşinden de nereye kadar gideceğiz?

Yani artık dışarıda tutunacak pek bir şey kalmadı değil mi?

Peki nerede arıyoruz artık anlamı;

kendi içimizde, ailemizde, sevdiklerimizde, deneyimlerimizde…

Hepimiz gerçek bağlar kurmak istiyoruz…

Hepimiz bir hikaye peşindeyiz…

Bir yandan hikayesi olan yerler keşfetmek ve insanlarla bağ kurmak istiyoruz, bir yandan da hayatımızı anlamlandıracak şekilde kendi hikayelerimizi yazmak istiyoruz…

Sadece anı biriktirmek yetmiyor, bir anlam arayışı içindeyiz,

İçsel dönüşümler peşindeyiz,

Hikayelerimizle kendimizi ve hayatımızı anlamlı bir bütüne tamamlamak istiyoruz.

Gösterişin peşinde değil görünmeyen hikayelerin ve değerlerin peşindeyiz.

Artık pahalı nesneleri, lüks kıyafetleri, gösterişli objeleri değil, parayla satın alınamayan duygu ve derinliği istiyoruz hayatlarımızda.

Yüzeysel deneyimler yerine, yaşadığımızı hissettiren, bizi dönüştüren gerçek anları yaşamak istiyoruz.

Vaktimizi röntgencilikle, kıskanmayla, teşhircilikle ve tüketimle,

veya takipçi, beğeni ve alkış peşinde koşanlarla kaybetmek istemiyoruz artık,

Büyük, parıltılı sahneler peşinde de değiliz,

Gerçek ‘an’ ve anıları, sevdiklerimizle birlikte, yavaş yavaş, sindire sindire paylaşmak istiyoruz:

Bunun için önce kendimize, sonra etrafımıza SAMİMİ olmamız gerekiyor,

Bunun için BASİT, SADE ve DOĞAL olmayı göze alabilmek gerekiyor.

Bunun için ŞEFFAF, DÜRÜST olmak gerekiyor,

İletişimden kaçmadan, ‘cool’ gözükmeye çalışmadan, İLGİ, ÖZEN ve SEVGİ gösterebilme gücü gerekiyor,

Bunun için birbirinin gözünün içine bakarak konuşabilme CESARET’i gerekiyor,

Bunun için ŞEFKAT ve CÖMERTLİK gerekiyor,

Kırılganlığımızın, sıradanlığımızın ve acizliğimizin görülmesinden KORKMAMAK gerekiyor,

Çünkü yoktur birbirimizden bir farkımız, veya bir üstünlüğümüz,

Acılarımız da sevinçlerimiz de aynı…

Sıra dışı olup sıyrılmaya çalışmak yerine birlik olabilmenin, birlikte kalabilmenin ve de

birbirini olduğu gibi kabul edip yan yana durabilmenin esas güç olduğunu kavramak da bir meziyet.

 

‘Çeşitliliğin Eşitliği’ Kuşağı

Bir yandan da bambaşka bir gençlik geliyor.

Her ne kadar dünyada baskıcı, ayrıştırıcı ve otoriter despotlar sahnede olsa da, çok farklı değerlere sahip bir gençlik yetişiyor.

Din, dil, ırk, renk, cinsiyet ayırmayan, aksine kendine, diğerine, canlıya, doğaya, evrene şefkatle yaklaşabilen ve yaşam hakkı tanıyan,

çok sesliliği, çok renkliliği, çok kültürlüğü kapsayan,

baskıcı ve ayrıştırıcı despotluğu ve tek adam rejimlerini reddeden,

hızlıca birleşebilen, kollektif hareket edebilen,

faşist yaklaşımlara karşı cesurca sokağa dökülen ve yan yana durabilen bir yeni nesil var.

Ancak birlikte var olunabileceğinin ve de ancak birlikte iyi olunabileceğinin farkında bir yeni nesil.

Bu gençler bireysel hırsların, bencil açgözlülüğün ve arsız lükslerin peşinde değil. 

Kolektif dayanışma içinde toplumsal etki, anlam ve değer yaratmanın peşinde.

Azınlık bir zümre için değil herkes için kalkınma ve gelişmenin tanımlarını yeniden yazma potansiyeli taşıyor bu genç kuşak.

Ve bu sokaklara dökülen kuşağın yönetimleri düşürebildiğine şimdiden şahit oluyoruz.

Tahammül edemedikleri şey sahtelik, maskeler, yalan, dolan.

Bürokrasi yerine gerçek demokrasi ve özgürlük,

statü yerine de rahatlık, doğallık ve anlamlı birliktelik istiyor bu gençler.

Bu gençlerin kuracağı dünya; yapaylığın rağbet görmediği, gösterişin makbul sayılmadığı, ‘Çeşitliliğin Eşitliği’ dünyası olacak.  

O zaman geleceğin değerleri ve erdemleri farklı şekilleniyor:

  • kapsayıcı, eşitlikçi ve erişilebilir,
  • dürüst, şeffaf, etik, adil, vicdanlı,
  • duyarlı, nazik, paylaşımcı, güvenilir,
  • özgürlük için cesaret gösteren ve sorumluluk alan,
  • birlik için şefkatli ve cömert,
  • ‘hep bana, hep bana’ yerine ‘biz’ diyerek birlikte kalkınma, gelişme, çoğalmayı hedefleyen
  • sınırsız güç ve mutlak otoritelere karşı durabilecek güçte ve yürekte…

 

Teknolojinin Yükselişinden Korkalım mı?

Her gün hayatımızın içine biraz daha derinlemesine nüfus eden teknoloji,  bir yandan yaşamımızı kolaylaştırırken, teknolojinin bu önlenemez gelişimi ve hızlı yayılımı, ‘acaba yakın gelecek bize hükmedecek mi?’ kaygısını uyandırıyor.

Uzay tabanlı güneş enerjisi, küçük modüler reaktörler, mikro uydular, uzay madenciliği, yeşil hidrojen enerjisi, temiz biyoenerjiler, akıllı tekstiller, sağlık ölçen biyo-sensörler ve duygu ölçen teknolojiler, kişiye özel beslenme, takviye, hareket teknolojileri, hücresel yenileme teknolojileri…

Tüm bu baş döndürücü sayıda gelişmelerle, hem dünyamız için hem de bireysel yaşantımız için yeni ve sağlıklı ufuklar açabilme potansiyeli var teknolojinin.

Ancak yapay zekayla da zeki bir iş birliği yapmamız gerekiyor.

Çünkü yapay zeka destekli robotlar ve AI programları inanılmaz hızla gelişiyor.

Ve birçok mesleğin yerini alacak, iş gücünü atıl bırakacak gibi gözüküyor.

Yapay zekadan bize yer kalacak mı? İşsiz kalan insanlar ne yapacak? Kaynakları tükenen ve gelir dağılım seviyesi uçurumları her gün açılan, gücün küçücük bir zümrenin hükmettiği bu dünyada, çalışmamak bir tercih olabilir mi?  İnsan emeğine ne olacak? Çalışmak zorunda olmayanın hükmüne mi girecek? Nasıl gelir yaratacağız? Evrensel temel gelir (UBI) dedikleri bir ütopya mı?

Bunları çok ciddi sorular ve insanın nefesini kesebilecek kaygılar.

Ancak şahit oluyoruz ki, son yüzyıllarda, ‘insanın üstünlüğüne inanan ve doğa üzerinde hakimiyet kurmasına’ oynayan antroposen çağının bizi sürüklediği; ekolojik, politik ve ekonomik krizler, sahnede insandan başka birkaç oyuncuyu zaten gerektiriyordu.

Eğer dünyamız ve insanlık için sağlıklı bir gelecek istiyorsak; insan – doğa – teknoloji dengesini kurmak ve gücü paydaşlar arasında dağıtmak gerçekten gerekli.

Bunun için başta saydığım hızlı adaptasyon, kolay öğrenme, esneklik, çok yönlülük yetilerinin yanı sıra;

*gürültücü ama içi boş vaatler yerine, gerçek fayda ve değer sağlayan üretimler,

*‘bir fikir buldum zengin oldum’ gibi kısa yoldan kolaycılıkla hedefe varmak yerine, çalışkanlık, azim ve dirençle büyüme sürecine odaklanabilmek gerekiyor.

*tohumdan tek boynuza gitmek kararlılık ve dayanıklılık isteyen uzun bir yolculuk.

 

Hız Çağındayız – Kendimizi Hıza mı Kaptıralım?

Aksine!

Tabi ki etrafımızda her şey bu kadar hızlı değişirken ve gelişirken, hızlı düşünmemiz, öğrenmemiz, uyum sağlayabilmemiz gerekiyor ancak kendimizi hıza kaptırmamak işin gerçek sırrı gibi.

Neden mi?

Her şey bu kadar hızlı gelişirken, durabilme, bakabilme ve hissedebilme cesareti göstermek, asıl büyük meziyet.

Durabilmek daha sağ duyulu değerlendirebilmeyi, daha dengeli kararlar alabilmeyi sağlıyor.

Fevri değil yavaş adımlarla gerçekten neyi neden yaptığımız bilerek yaşamak.

Hız bize ne kaybettiriyor?

Odaklanmayı unutuyoruz.

Elimizden bırakmadığımız ekranlar ve sosyal medya sayesinde dikkat sürelerimizin nasıl gerilediğini biliyoruz: 2022 yılında 9,2 saniye olan ortalama insan dikkat süresi, 2025 yılında 8,25 saniyeye düşmüş.

Bir şeyi izlemeye veya dinlemeye 10 saniye bile dayamazken, konsantrasyon yeteneğimiz, çalışma belleğimiz, öğrenme kapasitemiz, bilişsel süreçlerimiz geriliyor.

Sadece bununla kalmıyor; duygusal dalgalanmalar yaşıyoruz ve kompulsif davranışlara yöneliyoruz.

Yani hız hem akli hem de duygusal dengemizden çalıyor.

İşte bu yüzden şimdi gerçekten durabilme, yaşadığın gerçeği hissedebilme, her ne yaşıyorsan içinden geçebilme, ve kendin olabilme CESARETi göstermek zamanı.

Hızın ve hazzın türbülansları içinde kaybolmamak için, değerli olanı ayırt edebilmek, anlamlı bağlar kurabilmek, neyi neden yaptığımızı bilerek yaşamak için biraz DURMAK.

 

Sahi Neyi Sürdürüyoruz?

İnsan olarak dünyamıza verdiğimiz zarar, onu korumaktan veya onarmaktan çok daha fazla iken, neyi sürdürmekten bahsediyoruz acaba?

İnsan kaynaklı global ısınmanın ve iklim krizinin yarattığı etkilere; yangınlar, seller, su krizleriyle dünyanın dört bir köşesinde neredeyse her gün şahit olur hale geldik.

+1.5 derece küresel ısınma hedefinin ve doğanın koruma eşiğinin çoktan aşıldığı dünyamızda, karbon emisyonlarını düşürmek hala pazarlık unsuru!

İnsanoğlunun ‘açgözlü’ ve ‘arsız’ bir tür olduğu şüphe götürmez.

Dolayısı ile dünyanın sürdürülebilirliği insana emanet edilemez.

Bundan aciz olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor.

Peki ne yapacağız? Çaresizce oturup sonumuzu mu bekleyeceğiz?

Tabi ki hayır!

Başka bir dünya olmadığının bilincinde, yarını düşünerek bugünü yaşamaya başlamamız gerekiyor. İnsanın ve tüm canlıların yaşamının devamı için yeni bir YAŞAM KÜLTÜRÜ geliştirmek gerekiyor.

Tek bir bireyin ne etkisi olabilir ki? demeyin

Kendi bireysel ve kollektif gücümüzü azımsamak gerekiyor. Fikirlerimiz, sözlerimiz, eylemlerimizle

dönüşüm için baskı unsuru oluşturabilecek güce sahip olduğumuzu, kampanyalarla ve boykotlarla orman kesimlerini, madenleri veya bazı ürünlerin satışını durdurabildiğimizi görüyoruz.

İçinde bulunduğumuz bolluk aslında gerçekdışı bir imtiyaz.

Peki hem kendi geleceğimizden, hem de gelecek nesillerin besininden, havasından, suyundan, toprağından çalmamak ve çalınmasını engellemek için Ne Yapmamız Gerekiyor?

Yerel ve temiz üretim yapanlara, ve de yeni gelişen Döngüsel Ekonomi ve Paydaş Kapitalizmi modellerini benimseyen firmalara destek olarak işe başlayabiliriz.

En önemli ve erkili adım ise; etik ve adil olmadığını düşündüğümüz markaları boykot etmek, sürdürülebilirlik beyanlarını sorgulamak.

Dünyanın kaynaklarını ve sınırlarını zorlayan birçok şirket, üzerimize yıllardır ‘sürdürülebilirlik’ sloganıyla pazarlama kampanyaları boca ediyor.

İnandırıcılığı sorgulanır boş vaatler içeren yeşil badanalarla gözümüz boyanıyor.

Ancak artık yutmuyoruz bu yalanları.

Artık doğa dostu, çevre dostu, organik, adil, etik, temiz, enerji dostu, sıfır atık, geri dönüşüm, ileri dönüşüm, sürdürülebilir vaatlerinin gerçek kanıtlarla izi sürülebilir, ölçülebilir, güvenilir olmasını istiyoruz.

Doğaya zarar verilmediğinin, geri veya ileri dönüşümün nasıl gerçekleştiğinin kanıtlanmasını istiyoruz.

Markalar, şirketler ve devletlerin hesap verilebilir şekilde şeffaf olmasını talep ediyoruz.

Hatta doğaya fayda sağladığını ve onarım gerçekleştirdiklerini görmek istiyoruz.

Gerçekten şeffaf olanlara ve elini taşın altına koyup sorumluluk alanlara inanacağız bundan sonra.

Çünkü aslında hem pandemiyle hem de iklim krizi kaynaklı doğal felaketlerle, ‘Doğayla uyumlu, Farkında, Bilinçli, Sorumlu Yaşam’ın önemini ve aciliyetini idrak ettik.

Sadece pandemi sonrası kıtlıktan çıkmışçasına ve oburca hayatı yaşamaya, yapamadığımız günlerin acısını çıkartırcasına seyahate, yeme içmeye ve alışverişe sarıldık.

Peki bir birey olarak Doğayla uyumlu, Farkında, Bilinçli ve Sorumlu nasıl yaşayabiliriz?

Belki takip etme şansınız olmuştur; 2023 yılının Ocak ayında ‘Az, Öz, Adil, Etik, Temiz, Bilinçli, Sorumlu Tüketme Yaşı’ diyerek, yeni yaşıma az tüketme kararı ve hareketiyle girmiştim. Kendime tüm yıl boyunca toplam 9 kalem alışveriş hakkı tanımıştım. (Bu karar fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarım olan yiyecek, içecek, temizlik, hijyen ve kitap ihtiyaçlarımı kapsamıyor, kıyafet, çanta, aksesuar, ev eşyasını kapsıyor.) 2023’ü, 6 kalem alışverişle bitirince, 2024 için 6 kalem hedef koyup, seneyi 5 kalem alışverişle tamamlamıştım. 2025 için de 5 kalem hedef koydum kendime. Ve bu seneyi 0 alışveriş ile tamamladım.

2025’te #hiçbirşeysatınalmamagünü olarak geçen her günüm bana neler mi gösterdi?

3 sene boyunca kıyafetlerime ve eşyalarıma çok daha iyi bakmayı, yıpratmadan özenle ömürlerini uzatarak kullanmayı öğrendim,

en önemlisi elimdekileri ‘zaten var’ diye kanıksamak yerine, kıymetlerini bilmeyi öğrendim.

Bozulanı onarmak ya da yeni kullanım alanları yaratmayı öğrendim, becerilerim gelişti: birçok kıyafetimi onardım, yeri geldi kumaşları birbirine yama yaptım veya deliklere büyük renkli rozetleri iğneledim ve bir anda daha hoş bir bluz, şort, çantaya dönüştüler, ayakkabı ve terliklerimim altları açılmışsa yapıştırıcı ile tamir ettim,

tamamen bozulan veya eskiyen ihtiyaçlarım için alışverişlerimi yaparken sürdürülebilirliğe önem veren, yeşil markaları tercih ettim.

Ve hala dolabımı her açtığımda 10 sene hiçbir şey almaya ihtiyacım olmadığını yeniden görüyorum/ Dolaplarımda, çekmecelerimde ve evimde ihtiyacımdan fazla eşya var, daha fazlasına, yenisine gerçekten ihtiyacım yok.

Bir süre sonra alışveriş tamamen aklımdan çıkmaya başladı. Ve sahip olmayı ne kadar az düşünürsem kaybetme korkumun da o kadar azaldığını fark ettim.

Tutunmama ve eşyanın kölesi olmama süreci ile arınmak, hafiflemek, sadeleşmek, asıl önemli olan şeylerle ilgilenmek çok ferahlatıcı bir duygu.

AZ ve ÖZ tüketmek ve yaşamak gerçekten insana iç huzuru veren özgürleştirici bir deneyim.

Neyi neden almak istediğini sorgulamaya başladığında, neyi neden yaşamak istediğini de sorguluyorsun. Ve gerçekten neyin peşinde olduğunu fark ettikçe, adımlarının sorumluluğunu almaya başlıyorsun.

‘Hmm demek aslında onay istediğim için bunu böyle söylemişim, aslında beğenilmek istediğim için bunu almak istemişim, demek görünmek istemişim…  Peki gerek var mı? Yok. Buna ihtiyacın var mı? Yok. O zaman doğal ol, kendin ol!’

Doğal olarak bu süreç insanı, daha bilinçli, farkında tercihler yapmaya istemeye yönlendiriyor.

İşin en güzeli de moda ve trend denilen şeylerden iyice uzaklaştım, kendime ait olmayı öğrendim.

Mesela iyi bir arkeolog olduğumu gördüm. Meğer ne güzel kombin potansiyelleri yatıyormuş dolaplarımın ve çekmecelerimin derinliklerinde. Ayrıca yeni kombinasyonlar yaratmak ne kadar zevkliymiş. Sıkıcı kurallara bağlı kalıp, sıkıcı alt üstler giymektense, kafamdaki desen, renk, stil ön yargılarımı kırıp, ‘her şeyin yan yana durabileceği’ fikrine gelmek çok özgürleştirici.

Ve elime aldığım her parçaya baktıkça gelecek için kendime bir söz verdim, bundan sonra alışveriş yaparsam renkli, desenli, çılgın hikayeli veya tasarımlı bir parça olacak. Yeteri kadar siyah, gri, kahve, toprak ve bej tonları biriktirmişim zaten 🙂

Şimdi renkli, canlı, çılgın hikayeler anlatmaktan, kendini duygularımı ifade etmekten korkmayan birisine dönüşmemi sağladı bu süreç.

Modayı değil tavrımı giyecek cesarete gelebileceğim, hikayemi, kimliğimi ve ideolojimi anlatabileceğimi gördüm.

Bu 3 seneyi -alışveriş yapmadığım gibi- evimde birikmiş tüm eşyaları elden geçirip, kıyafetlerimi, ayakkabı, çanta, tabak, çanak, bardak, mobilya, kırtasiye ve hatta kitaplarımı ayıklayıp, ihtiyaç duyabileceklere vererek, evimi ve hayatımı iyice hafifletmeye çalışarak geçirdim. Arada fotoğraflar, mektuplar, yıllık yazılarıyla sanki saklı hazineler bulmuş gibi sevinip, duygulanıp, hayatımın dönüm noktalarını şimdiki zamanda gibi yeniden yaşadığım bir sürü an oldu. Böyle sembolik değeri olan parçalar haricindeki her şeyi eledim.

Ve bu ayıklama süreci de bana, hayatta yaşayabileceğimiz en kıymetli deneyimin, tüketerek karbon izi ve atık bırakmak yerine, kalplerde ve hafızalardaki sevgi izleri bırakmak olduğunu hatırlattı.

Geçmişteki kırgınlık, üzüntü ve kızgınlıkları bile bırakmak için harika bir vesile oldu. Sevmiş olduğunuz insanların iyi anılarını, iyi yönlerini hatırlatıp ve bırakıverdim anlamsız gerginlikleri.

Çünkü insanı en çok yoran ‘affedememe’, öfke ve kine tutunma aslında.

Çünkü o zaman içimizdeki huzursuzluğu kendimiz besliyor oluyoruz

Karşıdaki bir hata yapmış olabilir, ancak insan zihninde onu tekrar tekrar döndürüp, hatırlatıp, tutundukça, olmuş bitmiş bir hatanın defalarca içinde yaşamasına yol açıyor, ve boş yere kalbini, ruhunu yıpratıyor.

Yani aslında affetmediğin insana bir şey olmuyor da kendine zarar veriyorsun.

Çünkü giderken götürebileceğimiz ve bizden geriye kalacak olan sadece kalplerimizdeki sevgi, anılar.

Bari onlar da olumlu ve mutlu anılar olsun diyebiliyor insan tüm bunların farkına varınca.

İşte eşyaları ayıklama süreci, bir nevi negatif duygulardan arınma ve hafifleme sürecine dönüştü.

Tüketmek yerine hayatta bırakabileceğimiz en kıymetli izlerin kalplerde ve hafızalardaki sevgi izleri olduğunu hatırlamak ta; sevmekten, sevilmekten, sevgiyi göstermekten korkmadan coşkuyla paylaşabilme ve çoğaltabilme cesareti göstermeye yol açtı.

Hayattayken de ‘az ve öz’ eşyaya sahip olduğun için daha az kaybetme duygusu yaşamanın hafifliği de cabası. Herkese tavsiye ediyorum.

Kendi adıma ‘Az, Öz, Adil, Etik, Temiz ve Yerel’ tüketim ve yaşam konusunda elimden gelen çabayı sarf etmeye devam edeceğim.  Haz ve Hız yerine Az ve Öz diyebildiğim yaşlar ve yıllar niyetim ve dileğim.

 

İyi güzel de, peki tüm bunların senin dışında kime ne faydası oldu diye sorarsanız?

Az ve Öz alışveriş kararımın ve paylaşımlarımın sebebi, bir yandan tüketimi azaltmak için örnek olmak, bir yandan da aşırı tüketimin bizi sürüklediği iklim krizi, eşitsizlik, adaletsizlik gibi felaketlere ışık tutmak idi. Ve de 3 sene içinde ‘hayatlarına bilinç ve farkındalık kazandırdığım için teşekkür eden’ binlerce mesaj aldım.

Bu hareketin ekolojik ve ekonomik etkilerini ölçmek, bir birey olarak etki toplamının ne olduğunu net bir şekilde söylemek mümkün değil belki ancak binlerce mesaj bana binlerce tohum ekebildiğimi gösteriyor.

Ne kadar az sahip olmayı düşünürseniz, kaybetme korkunuzun ve tutunmalarınızın azalacağını deneyimlemek istemez misiniz? Özgürleşmek istemez misiniz?

Gardıroplara Gün Doğdu

Tüm dünya bu konuda bilinçlenmeye başladı. İkinci el ve vintage pazarları ve mekanlarının sayısı gittikçe artıyor. Bizim kültürümüzde 2. El satın almak bir ayıp ve utanç sayılırken, yavaş yavaş o da dönüşmeye başladı. Alaçatı’da her ay ‘eskiye can ver’ sloganıyla ikinci el vintage pazarı organize ediyoruz. Dolaplarından çıkanların başkalarının evinde hayat bulmasını ve dolaplarda değerlenmesini izlemek büyük mutluluk veriyor. Gelirleri de bir derneğe bağışlayarak dayanışmaya destek olmanın iç huzuru da cabası.

İşte artık zaman;

yenisi peşinde koşmak yerine olanı yeniden giyme ve kullanma,

atık yerine ileri, geri ve yeniden dönüşüm,

tüketim yerine türetim,

hızlı tüketim yerine sakin ve bilinçli türetim,

abartı yerine rahatlık,

suni yerine doğal,

açgözlülük yerine sorumluluk,

çokluk yerine boşluklarla nefes alma dönemi.

Bu ayrıca hem öze hem de köklere dönüş zamanı.

Aile yadigarlarının ve dolap köşelerinde gizli kalmışların kıymete bindiği, kendi özgün modamızı yarattığımız, kendi tavrımızı giyerek hikayemizi anlattığımız dönem.

Başka bir dünya başka bir TÜRKİYE daha olmadığının bilinciyle,

Yarınları düşünerek CÜZDANIMIZLA DEĞİL VİCDANIMIZLA bugünü yaşama zamanı,

Gelecek nesillerin havasından, suyundan, toprağından çalmamak için hep birlikte özenle, sorumlulukla, farkındalıkla, Atık ve Karbon İzi yerine Kalplerde ve Hatıralarda anlamlı İz bırakma zamanı.

 

Peki ya kendimize şeffaflık?

Kendimizde neyi sürdürmek istiyoruz?

Sürdürülebilirlik kavramı sadece dünyaya özel, doğa için veya enerji kaynakları için geçerli değil.  Bizler için, yaşamlarımız için de geçerli değil mi?

Hangimiz erken ölmek isteriz ki? Hepimiz uzun yaşamak istiyoruz.

Peki yediğimize içtiğimize dikkat edelim, bol bol hareket edelim, sağlıklı hayat tarzı alışkanlıkları edinelim de, uzun yaşamak gerçekten marifet mi?

Asıl marifet zindelik gibi duruyor değil mi?

Zihin, beden ve ruh zindeliği.

Sorsalar, hepimizin istisnasız dileği ‘ayakta, aklımız başımızda, kendi kendimize yeter ve yaşayabilir şekilde sağlıklı uzun yaşamak’ olur, değil mi?

Özellikle son 2 senedir yaşadığım peri-menopoz (pre-menopoz) sürecindeki sıkıntılar, yaş alırken hayat kalitesinin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Şiddetli hormon dalgalanmaları nedeniyle, uykusuz, yorgun, halsiz, beyin ve duygu karmaşıklığı içinde geçen bu sürede, sadece yaşlanmanın yetmediğini, beden, zihin ve ruh sağlığının ve dengesinin önemini deneyimlememi sağladı.

Öyle zorlu süreçlerden geçtim ki, kendi beden ve akıl sağlığım için sorumluluk alarak, araştırma, öğrenme ve bulguları kendi üzerimde deneme sürecine girmem gerekti.

40 yaş üzeri kadınların, sırf artık doğurganlıkları kısıtlandı ve topluma bir katkıları yok diyerek neredeyse yok sayıldığını, yaşadıkları hormon değişimlerine dair araştırma ve tedavilerin ne kadar ihmal edilmiş olduğunu fark ettim. Hatta yaşlanan kadının artık kısır olmasının bir utanç kaynağı olarak yaftalandığı ve susturulduğuna şahit oldum. Yalnız ve sessiz bırakılmış kadınlar, sağlıklı yaşlanabilmek için tedavi talep etme hakkından mahrum bırakılmıştı adeta.

Öncelikle dünyada belli bir yaş üzeri kadınlara odaklanan jinekolog, nörolog, endokrinolog, ortopedist, fizyoloji uzmanlarının kitapları, araştırmaları ve podcastlerini inceledim. Kadın kadının yurdudur. Kendi dertlerini çözmek için seferber olan, ve tüm medikal dünyanın kendisine koyduğu engellere rağmen araştırmalar, deneyler yaparak çözüm üreten kadın profesöre ulaştım. Birçok yenilikçi tıbbi ve doğal tedavi yöntemleri öğrendim.

Sonra da menopoz sürecini en çok ayıp sayan ülkelerden birisi olan toplumumuzda bu TABU’ya bir delik açmak için tüm yaşadıklarımı ve öğrendiklerimi kaleme alıp paylaştım, ve her geçen gün hem kendi deneyimlerim hem de öğrendiğim yeni bilgiler ile güncellemeye devam ediyorum.

Çünkü sağlıklı yaşamak, sağlıklı yaşlanmak ve sağlıklı hissedebilmek insanın yaşam kalitesini belirleyen en vazgeçilmez öğe.

Denklemden sağlığı çekin alın bakalım, geriye kalanların bir önemi kalıyor mu?

 

Longevity ve Bio-Hacking Sözlüğe Girdi – Girdi, Girdi de?

Hadi uzun yaşadık.

Dinç ve zindeyiz.

Peki ne yapacağız?

Yaşamak demek zaman, emek, enerji harcamak demek değil mi?

Bunları nereye harcayacağımızı iyi düşünmemiz gerekiyor değil mi?

Kaynakları da nereden bulacağımızı iyi düşünmek lazım.

Hemen para diye düşünmeyin asıl kaynaklar dostluk, aile, sevgi…

Onlar olmadan ne kuru yaşam.

Hangi para sosyal etkileşimin getirdiği mutluluğun, tatminin, sevmenin ve sevilmenin getirdiği huzurun, tamamlanmışlık duygusunun yerine geçebilir ki?

İşte tüm bunlar gösteriyor ki SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK, hem dünya için hem de hayatlarımız için ‘neyi neden sürdürmeye’ çabaladığımızın bilincinde olmamız anlamına gerektiriyor.

Enerjimizi, zamanımızı, emeğimizi, kaynaklarımızı nereye, nasıl ve neden harcadığımızın farkında olduğumuz bir dünyaya doğru ilerliyoruz.

GERİ DÖNÜŞÜM de sadece maddelere, atıklara özgü değil, biz canlıların ve insanların da bir gerçeği.

Her düşüncemizin, sözümüzün ve eylemimizin döngüsel bir şekilde gelip bizi bulduğunu unutmamamız gerekiyor.

Tüm bu düşünceler ışığında sadece ‘İyi hissetmek’ için yaşamak, ‘hep bana, hep bana’ demek, bencilce tüketmek epey banal, hatta zalimce geliyor değil mi kulağa?

 

2026 dilekleri derken nereden nereye geldik?

Farkındayım her telden var bu metinde, çünkü geleceği düşünebilmek için geçmişle ve günümüzle hesaplaşmamız gerektiğine inanıyorum.

Olanı olduğu gibi görmeye ihtiyacımız var önce.

Eğip bükmeden, ekleyip çıkarmadan, çarpıtmadan, kendimizi kandırmadan ‘Olanı olduğu gibi görmek ve kabul etmekle başlayabilir ancak ‘şimdi’ ve ‘niyetler’.

 

Geçtiğimiz 15 yılda birçok kez trend dosyaları hazırladım: Seyahat trendleri, yükselen destinasyonlar, ağırlama dünyasındaki yenilikler, otel ve havalimanları dönüşümleri, uçuşlardaki teknolojik yenilikler, ekolojik, ekonomik ve sosyolojik analizler, dünyamızı bekleyen gelecek senaryoları…

Hepsi yayınlandıktan sonra çok okundu, beğenildi ve paylaşıldı.

Hatta birçok farklı yayına (kimi zaman telifsiz) ilham oldu.

Ancak artık ‘trendler’ yazmanın pek bir anlamı olmadığını düşünüyorum.

Biliyorum ki hepimizin kendi meselesi, bakış açısı, hikayesi, sebebi ve bilinci var.

Ve artık hiçbirimiz birileri bir şeyleri önerdi, söyledi veya moda oldu, trend oldu diye yaşamak, takip etmek istemiyoruz.

Sezgilerimizi dinlemek, kendi istediğimiz için, kendi bilincimizle, kendi tercihlerimizi yaşamak istiyoruz.

Önerim herkesin içinden gelen destinasyonlara gitmesi, kendi istediği yolculuklara çıkması…

Zihninin ve kalbinin değerlendirmelerine, sentezlerine, özgün sesine kulak vermesi…

Kimseyi takip etmemesi, kimse gibi olmak istememesi…

Zamanını, emeğini, enerjisini sadece kendisi olmak, gerçek olmaya adaması.

Artık ne anlatmak isterseniz, size kalmış!

 

Geriye dönüp en çok hangi kelimeleri kullanmışım diye baktım:

Anlam… Güven… Şeffaf… Adil… Etik… Sorumluluk…Bilinç…Denge… Duyarlı… Cesur…Dönüşüm… Bütünlük Farkındalık…Şefkat…Cömertlik… Aile… Dostluk… Sevgi….

Dilerim özendiklerimiz ve özendirdiklerimiz bunlar olsun.

Dilerim hepimiz önyargılarımızı kırarak ve başkalıkları kabul ederek zihinlerimizi özgürleştirebiliriz.

Dilerim kendimizle ve çevremizle daha çok sezgisel ve anlamlı bağlar kurarak, hayatı cesurca, dolu dolu tüm varlığımızla yaşadığımızı hissedebiliriz.

Dilerim hepimiz kendi kendinize kalabilen, durabilen ve yetebilen insanlara, iyileştiren, onaran, dayanışan, iyiliği çoğaltan ve paylaşan insanlara dönüşebiliriz.

 

Kendim için dileklerimi sorarsanız?

Ne yaparsam yapayım el emeği, göz nuru işler yapmak, sözünün eri olmak istiyorum.

2026’dan dileğim ‘sağlık, güç ve cesaret’, çünkü daha söylemek, paylaşmak istediğim çok sözüm var. 

Yeter ki özüm, sözün, gözün bir olsun.

 

Artık ‘Sırada Ne Var?’ yerine ‘Şimdi ’de’ ve ‘Neden?’ sorularıyla meşgulüm.

‘Yeni ne var?’ yerine ‘Yeniden’

‘Haz ve Hız’ yerine, ‘Az ve Öz’

‘Sahip Olmak’ yerine ‘Olmak’

“Cüzdan” yerine “Vicdan”

“Ego” yerine “Eko”

 

Ülkem ve Dünya için dileklerim:

✔️ Para yerine Vicdan
✔️Yalan Dolan yerine Doğruluk, Dürüstlük
✔️Yolsuzluk yerine Ahlak
✔️Yetersizlik yerine Liyakat
✔️Nefret ve Kin yerine Sevgi ve Şefkat
✔️Hukuksuzluk yerine Adalet
✔️ ‘Hep Bana’ yerine Cömertlik
✔️Ayrıştırma yerine Eşitlik ve Birleştiricilik
✔️Zorbalık yerine İnsanlık, İyilik, Özen
✔️Cehalet yerine Bilim
✔️Baskı yerine Özgürlük

✔️Kabadayılık yerine Anlayış ve Nezaket

 

✔️Anı kurtarmak için yarınları feda etmeyen,
✔️ Para kazanmak için canları harcamayan,
✔️ Bilimsel gerçekliği yobazlıkla savuşturmayan zihniyeti
seçmeyi, yaratmayı, geliştirmeyi, desteklemeyi U N U T M A M A L I Y I Z ‼️

 

Gandhi: ‘Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını karşılar.  Ancak insanın hırsına yetecek kadarını değil’ demişti.

 

Çok doğru insanın hırsları, açgözlülüğü ve arsızlığının önünde durabilecek hiçbir şey yok.

Kendi düşüncelerimiz, sözlerimiz, eylemlerimizden sorumlu olduğumuzun bilincinde yaşayalım.

Kaçırmama korkusuyla (FOMO) değil yavaş çekim (Slow-Motion) yaşamanın, her zaman daha sağ duyulu tercihlere yön verdiğini unutmayalım.

 

Yoksa her an bilincimizi mantık yerine o anki hislere, akışa, atmosfere (vibe coding) bırakabiliriz,

veya hayat zaten sıkıcı, kendimi motive etmem lazım diyerek gerçeklikten kopuk hayaller (Delulu) kurabiliriz,  

sosyal onay ve alkış işini daha da ileri götürüp, havalı bir karizma kazanmak için sürekli bir performans sergileyerek yapay bir puan (Aura Farming) toplamaya kalkışabiliriz,

veya kendi hikayemizin yıldızı olacağız diye, samimiyetsizce, çoğunluk tarafından kabul gören davranış, tavır ve söylemleri (Performative) sergileyen gösteriş meraklılarına dönüşebiliriz.

Popüler olmak için absürt ve kaotik içerikler üretmeye çalışabiliriz (Skibidi), veya yapay zekâ kullanırken kendimizi hızlıca ve bolca üretilmiş, ama pek bir şey anlatmayan kalitesiz dijital içerikler altında (Slop) ezilmiş bulabiliriz.

En kötüsü de zamanımızla ne yapacağımızı bilemediğimiz için sosyal medyada gezinirken, sırf dikkat çekmek için, veya özendikleri, imrendikleri, kıskandıkları kişilere duydukları haset yüzünden, veya sırf insanları öfkelendirmek amacıyla yaratılmış, manipülatif, abartılı, kışkırtıcı ve aşırı olumsuz içeriklere (Rage bait) kendimizi kaptırarak zamanımızı boşa harcayabiliriz.

 

Dünyanın kaynakları ve kendi kaynaklarımız kıymetli.

Kendimizi neye maruz bıraktığımız, zamanımızı nasıl değerlendirdiğimiz çok önemli.

Hızlı adapte olurken durabilmeyi, 

esnek ve dayanıklı,

çoklu meraklarla disiplinler arası düşünürken kararlılıkla odaklanabilmeyi,

hem çevik hem yavaş,

hem sakin hem cesur olabilmeyi,

fevri ve telaşlı değil, sezgisel ve sağ duyulu hareket edebilmeyi,

hem kendimizi koruyup güvenebilmeyi, hem de şeffaf, dürüst, samimi, korkusuz ve kapsayıcı olabilmeyi…

paradigma gibi gözüken bu becerileri başarmak kolay iş değil.

 

Hepimize yeni gelecekte kolay gelsin!   

 

Dilerim zihnimiz, kalbimiz, evimiz, hayatımız, dünyamız şeffaf, adil ve gerçek olsun! İç huzuru ve esenlikle dolsun!

Sevgiyle,

Zeynep Atılgan Boneval

Happy new year 2026. Hanging white paper number with confetti on a colorful blurry background.