ORTADOĞU’DA AKDENİZLİ OLMAK : LÜBNAN
Utku Tansuğ’u takip etmek için: http://yeryuzunugezerken.tumblr.com/page/2
Akdeniz kıyısında bir şehirdeyim ve denizle aramda bir kaç metre var. Tam karşımda kızıl güneş ufuğun ardına çöküyor. Bir bayrak selamlıyor beni marinadan ayrılırken yat ve üzerinde ıslak saçlarıyla gülümseyen bir kadın. İki kırmızı şerit ve ortasında bir beyaz. Beyaz şeridin üzerinde bir ağaç. Sedir ağacı. Akdeniz’e özgü her daim yeşil. Onüç ayda beşinci kez ayak bastığım Ortadoğu’nun müstesna, ufaklığına tezat kabına sığmayan ülkesi Lübnan’ın başkenti Beyrut’tan bahsediyorum.
Kuş uçuşu 600 km.lik bir mesafe var Lübnan’la Adana arasında. 2 adet sınır geçişini içeren toplamda 8 saatlik keyifli bir araba yolculuğundan ibaret aslında. Adana’dan 3 saati zaten Hatay Yayladağı sınırı, sonra sağ koluna Akdeniz’i alarak Suriye’yi kuzeyden güneye kat eden şehirler arası karayolu boyunca 3 saatte Lübnan! Sınır geçişlerinde arabadan inmeler, tam olarak ne için ödediğini bilmediğin, insanda her defasında acaba gayrı resmi mi veriyorum şüphesi uyandıran, ama 15-20 doları geçmediği için fazla da üzerinde durmadığın, o vezneden bu vezneye koşuşturarak ödenen Suriye liraları. Ama çoğunlukla şaşırtıcı derecede seri. Sonra bir 500 metre sonra, sedir ağacının dalgalandığı bu yeni ülkede tekrar durmalar, “işleyişi biraz daha belli” izlenimi uyandıran bir sınır karakolu ve ödediğin paranın makbuzu.
Sınır karakolları eski ve bakımsız binalar. Her iki ülkede de ağır bir militer hava.
Hayatımda ülkeme dönüşte en çok gurur duyuşum, Suriye sınırından çıkıp da Türkiye’ye girişime rastlar. Birkaç saatlik uçuş sonrası gelen pasaport kontrollü sınır geçiş seremonileri başka, ama karayolu öyle mi? Arabana binip de 2-3 dakika gidince bir başka ülkedesin. Hafız ve Başar Esat’ın Suriye’sinden Atatürk’ün Türkiyesi’ne. Eski ve bezgin Suriye sınır karakolundan Başar Ailesinin portreleri yolcu ediyor sizi. Sadece yolcu etmiyor. Suriye’de geçirdiğiniz her an her yerde size eşlik ediyor. Arabaların arka camlarında, özel-kamu ayırt etmeksizin tüm işyerlerinde. Ölmüş liderlerin sembolleştirilmesi bir yere kadar, peki hayattaki liderlerin bu putlaştırılması niye? Her zaman merak etmişimdir, halkı için neler yapmış olursa olsun, bir liderin kendisinin putlaştırılmasına müsamaha göstermesi onun erdemini azaltmaz mı?
Türkiye’ye girerken ise tertemiz bir sınır karakolu, bilgisayarlı sınır kayıt sistemleri sizi bir havalara sokuyor ki sormayın! Etrafta Batılı ülke vatandaşları da varsa, böyle bir afralar tafralar, “eheheh, benim ülkem” kabilinden! (İçinde neler var bir ben bilirim…)
Bu güzergahı 2 defa kendi arabamla gidip gelmişliğim bir defa taksilerle, bir kez de otobüsle tepmişliğim var amma, artık ne mümkün!
Arap Baharı, Suriye’yi karıştırdı beri artık karayolu hayal gibi görünüyor. (Belli ki o iki yıl önce gittiğimde arabaların arka camından beni güneş gözlüklerinin ardından süzen Esat portesinden kurtulmayı kafasına koymuş hiç de azımsanmayacak miktarda Suriyeli var imiş.) Hal böyle olunca da İstanbul’dan başlayan, Silifke’yi geçip de Kıbrıs’ın Zafer burnu üzerinde gelen “Uçağımız Beyrut havalimanına doğru inişe geçmiştir. Şimdi lütfen…” anonsuyla beraber uçağımızın Beyrut’a inmesi 2 saati bulmuyor bile. Kuş uçuşu 650 km mesafe için gökyüzünde 2500 km!
2009’da Suriye ile vizelerin kaldırılması, bundan 10 sene önce hayalden öteydi. Sora geçen senenin ortalarında Lübnan’la da vizeler kalkınca, bir birlik bir kardeşlik duygusudur almıştı.
Dünyanın bu karmakarışık köşesinde tam da işler duruluyor, sınırlar kalkıyor, bu farklı ülkelerin özü benzer insanlarının birbirini daha çok tanıması ve ortak noktalarını ortaya çıkarması için hiçbir neden kalmadı derken, birkaç ay içerisinde her şey dönüverdi.
Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un dramatik romanı “Doğu’nun limanları” (Les Echelles du Levant ) Osmanlı tebaası Acem bir doktarla Ermenisi karısının 1. Dünya savaşının o karanlık günlerinde doğduğum şehir Adana’dan apar topar kaçarak Beyrut’a yerleşmesiyle başlar. Denizi dimdik kesen sarp dağların coğrafyası Lübnan. Çöl, step ve ovaların hakim olduğu Ortadoğu haritasının bu köşesinde bir sığınaktan farksız yükselen Lübnan dağları yüzyıllardan beri azınlığa düşmüş, ötelenmiş halkların yardımına koşmuş.
Yüzyıllarca burada farklı halklar iç içe yaşamış. Lübnan kültürünün o kendine has yapısını oluşturan en önemli öğelerinden biri de belki de bu olmuş. Lübnan’da yaşayan Katolik Arap Hıristiyanlar’a Maronit deniliyor. %40’lık Hristiyan nüfusun yarıdan biraz fazlasını oluşturuyor. Toplam nüfusta Müslümanların payı %54. Bunu yarısı Sünni yarısı Şii. Ama Lübnan milletini oluşturan unsurlar bunlarla sınırlı kalmamış.
Ortodoks Rumlar, Katolikler, Dürziler ve 1915 olaylarını takiben Anadolu’dan bölgeye göçen ciddi bir Ermeni azınlığı da bu toprakları yurt edinmiş. Uzun yıllar Müslüman ve Hıristiyanlar arasında eşit bir dengeye sahip ülke nüfusunu oluşturan unsurlar Lübnan’lı olmanın ortak paydalarını ortaya çıkarmayı başararak ve Cumhurbaşkanının her zaman bir Maronit Hristiyan, başbakanının da her zaman bir Müslüman’dan oluştuğu bir siyaset rejimi çerçevesinde parmakla gösterilecek bir ülke olmuş. 1950-1970 yılları arasında ticarette, turizmde o kadar parlak bir büyüme grafiği yakalamış ki Ortadoğu’nun Paris’i tanımlaması bu tarihlerde telaffuz edilmeye başlamış. Ta ki 1970lerde İsrail Filistin topraklarını işgal edip de, Filistin Halkı’nın bölge ülkelere çil yavrusu gibi dağılmasına yol açana dek. Sayıları milyona yakın politik mülteci Lübnan gibi ufak ve nüfus yapısında siyasi bir hassasiyet barındıran bir ülkenin tüm iç dinamiklerini bozmuş. Nüfusun Müslümanların lehine değişmesi ve daha önemlisi dünyanın belli başlı güç odaklarının çıkarları doğrultusunda manipülasyona açık bu topraklarda 1975’te başlayan iç savaş 1991’e kadar devam etmiş. En sonunda Suriye ordusunun Lübnan’a yerleşmesiyle iç savaş bir süre durulmuş ama Lübnan da tam bağımsız bir ülke olmaktan çıkarak başta İran’ın, Suudi Arabistan’ın, Suriye’nin, ABD ve Avrupa’nın kendi çıkarlarına göre güttüğü bir ülke konumunu pekiştirmiş.
Sandra Mackey’in kitabını 2 sene önce her gittiğimde 1-2 saatimi geçirmekten ve Ortadoğu politikası üzerine yazılmış kitapları uzun uzun incelemekten büyük keyif aldığım Hamra’daki kitapçıdan almıştım. “Lebanon, The Mirror of the Middle east” (Lübnan Ortadoğu’nun Aynası) isminin Lübnan hakkında yazılacak bir kitaba verilebilecek belki de en güzel isim olduğunu kitabın sonlarına yaklaşırken idrak etmiştim. Ortadoğu’da hangi mezhep varsa, Lübnan’da bir temsilcisi olunca, Ortadoğu’da yaprak kımıldasa yansımasını Lübnan’da bulmasın da ne olsun?
İç savaş yetmezmiş gibi Filistinli mültecilerin güney Lübnan’a yerleşerek İsrail’e yaptığı akınlar da İsrail’in Lübnan’ın tepesine, sonuncusu daha 2006’da gerçekleşen, bombaları indirmesine bahane olmuş. Derken bilanço 150.000 Lübnan’lının hayatını kaybetmesi, bugün büyük oranda eskiye uygun olarak restore edilen şehir merkezinin ve tüm altyapının yerle bir olması olmuş.
Bugün Lübnan’ın, Müslüman ve Hristiyan yeni kuşakları ülkeleri üzerinde yıllardır oynanan oyunların farkında gibi gözüküyor. Ne ilginç ki bugün her dinden Lübnan’lı Avrupa ve Amerika’nın terör listesinde yer alan Hizbullah örgütü hakkında ne düşünürse düşünsün, açık veya içten ondan gurur duyuyor. Böyle düşünmek için haklı sebepleri de var gibi gözüküyor, zira İsrail’in ülkelerine yönelik saldırılarına karşı koyma iradesini gösteren ve ulusal gururlarını kabartan tek güç Hizbullah. Hal böyle olunca önceleri Filistinli mültecilerin oluşturduğu silahlı gerilla hareketi olarak başlayan Hizbullah, zaman geçtikçe politik zemine de kaymayı başarmış. Güney Lübnan’lı dostum Sahar, Lübnan Devletinin yapamadıklarını onlar yaptı, bir devletten beklenen birçok şeyi güney Lübnan’da Hizbullah yaptı, okullar açtı, altyapı kurdu, sosyal kalkınma projeleri gerçekleştirdi diye açıklıyor. Ama bir yandan da endişesini gizlemiyor; “Şu anda Lübnan’ın bir ortak düşmanı var ve Hizbullah bu ortak düşmana karşı bir güvence oluşturuyor. Peki ya daha sonra?” diyerek özünü dini esaslara dayayan her türlü politik oluşuma mesafeli yaklaştığını belirtiyor.
Sahar’la Beyrut şehir merkezinde bir kafede yemek yerken daha o gün sabaha karşı beni otelime bırakan Sam’le- kafalarımız bir milyon- aramızda geçen konuşmayı anımsıyorum. 2005’de kimilerine göre Suriye’nin parmağı olan bir suikaste kurban giden, akabinde “ Sedir (Lübnan bayrağında imgesi bulunan ağaç) Devrimi adı verilen gösterilerle Suriye’nin on yıllardır Lübnan’da konuşlandırdığı askerlerini geri çekmesine kadar giden olayları tetikleyen, bu yüzden de Suriye’ye karşı bağımsızlığın bir tür sembolü haline gelmiş eski başbakan Rafik Hariri’yi anan bir cadde panosunu gösteriyor ve Sam’e Arapça ne yazdığını soruyorum. Sam bir anda hararetli bir şekilde Hizbullah’ın Lübnan’ı “cesurca savunan” tek güç olduğundan bahsediyor. Arkadaşı Rita onu onaylıyor. Bir önceki gelişimde, ortağımın babası Mr. Sawan ile Zgharta yakınlarındaki köy evlerinde yaptığımız sohbette onun da aynı noktaya vurgu yaptığını hatırlıyorum. 55 yaşlarında Kuzey Lübnan’lı bir Hristiyan, 20 yaşlarında şehirli bir burjuva sınıfı Hıristiyan genci, ve Güney Lübnan’lı bir Müslüman iş kadını. Hizbullah gibi İslami öğelerden beslenen bir örgüte duydukları sempati ilk başlarda beni şaşırtsa Müslüman Hristiyan fark etmeksizin Lübnanlı dostlarımla sohbetlerimden anladığım sadece dini aidiyetlerine bakarak Lübnanlıları bir kategoriye sokmaya çalışmanın en hafif ifadeyle kolaya kaçmak olduğu.
Suriye’yle İsrail arasına coğrafi ve dahi mecazi anlamda sıkışmış, nefesini Akdeniz’den alan dünyalar güzeli Lübnan. Fark ettim ki gezdiğim yerleri hep bir memleketime benzetesim var ama ne yapayım: Dağlar, ovalar, 5 milyon, ve Deniz! Lübnan, Çukurova genişliğinde bir alana yayılmış, velakin topraklarında şaşırtıcı bir çeşitlilik barındıran bir garib ülke!
Bir sonbahar gecesi bu. Arkadaşım Mira’dan gelen sms mesajıyla dinlenmekte olduğum otel odamda gözlerimi açıyorum. Az sonra yoldan geçen bir taksiyi çeviriyorum ve Gemmayzeh yakınlarında Lübnanlı arkadaşlarımdan birine ait bir evdeki partiye doğru yola çıkıyoruz. Taksinin bıyıklı ve göbekli şoförü Türk olduğumu duyunca hemen bir ilgi bir sevgi gösterisi. Lübnan’da Türkler, Ermeni azınlığın belli bir kısmını saymazsak gerçekten de çok seviliyor. Zaten birçoğunun da ataları ya Türk ya da Anadolu Ermenisi. Birçokları için Türkiye ile ortak nokta bulmak zor değil. Taksi şoförüm Türk olmamdan cesaretle hemen bir müzik çalmaya başlıyor. Mahsun’un bebeğim şarkısı bize eşlik ederken “ben romantik bir adamım” diyor, “sözlerini anlamıyorum ama müzik hoşuma gidiyor!” Ben ona nakaratları tercüme ederken o da bir yandan Türkçe mırıldanıyor.
Lübnan’a yapılan seyahatlerin belki bir güzel tarafı da bu. Nüfusun önemli bir kısmı çat pat da olsa İngilizce konuşuyor. Ortadoğu toplumlarına oranla genel eğitim seviyesi yüksek. Lübnan şehirlerinin tarihi M.Ö. 15-3 yüzyıllar arasında burada şehir devletlerinden oluşan bir uygarlık kuran Fenikeliler’e uzanıyor . Deniz kenarındaki antik limanı ve kentiyle Byblos Fenikeliler tarafından kurulmuş. O Fenikeliler ki döneminin en büyük tüccar kavimi olarak yüzyılda Tunus’dan İberya yarımadasına kadar ayak basmadıkları yer kalmamış. Bugünün Lübnanlıları da tam ticaret insanları. Doğu ve batı kültürlerine eşit mesafede yer almaları, birkaç yabancı dil konuşabilmeleri, renkli ve esnek, girişimci yapılarıyla…
Fenikelilerden sonra Persler, Yunanlılar, Romalılar, Araplar, Haçlılar derken 15-20 yy arasında , Osmanlı egemenliğinde yer alan Lübnan, 1946’da bağımsızlığını ilan edene kadar da Fransa’nın kontrolünde kalmış.. Her gelen kendinden bir şeyler bırakıyor. İşte bu yüzden herkesin kendinden bir şeyler bulabildiği bir yer Lübnan. Her yıl Körfez ülkelerinden yüz binlerce Arap, Lübnan’da denizin ve biraz daha liberal tatilin tadını çıkarıyor. Tıpkı ger geçen gün sayıları artan Fransız ve Türk turistler gibi.
Bir süre sonra yüksek tavanlı eski ve asansörsüz bir apartmanın çatı katına tırmanırken buluyorum kendimi. Dünyanın farklı köşelerinden toparlanmış aksesuarlarla dolu, aksesuarlar kadar deli dolu Joanna’nın evi burası. Ama ben Joanna’yla yeni tanışıyorum. Arkadaşım Mira moda tasarımcısı. Çok heyecanlı çünkü mesleki anlamda kendisi için dönüm noktalarından biri. Cuma günü açılışı var. Yeni tasarımcıları destekleyen bir vakfın desteğiyle açılacak bu showroomda bir yıl boyunca Lübnan genelinde farklı branşlardan birkaç seçilmiş tasarımcının ürünleri sergi ve satışta kalacak. Yine seçilmiş genç bir iç mimarın her yıl yeniden düzenlediği bu showroomda, diğer tasarımların yanında Mira’nın da fantastik giysi tasarımları yer alacak. Fantastik çünkü Mira’nın bana göre uzaysal “çizgi”ler barındıran etek, blüz ve elbiselerine bu isim gerçekten yakışıyor.
Aisha ise yapımcı. Reklam filmi çekiyor. Bana Güney Afrika’da bir fast food tavuk zincirinin reklamında yayımlanan eski diktatörlerle dalga geçen bir reklam filmi izletiyor internetten. Joanne’nin terası bir harika. Kasım sonlarında bu gece artık hava biraz serinlemiş de olsa Beyrut’un kokusu ve şarabın sıcaklığı muhabbeti terasa kaydırıyor.
Jack ve Panos Ermeni. Aileleri bundan neredeyse 100 yüzyıl önce, çok uzaktan değil Kahramanmaraş ve Adana’dan “kaçmış” buralara. Evet benden farklı bir dil konuşan, farklı bir dine mensup bu çocuklar, bildiğiniz “Adanalı”. Sadece 600-700 km uzaktaki bu “ata” vatanlarından kaçmak zorunda kalmış bu insanların hikayeleri pandoranın kutusundan farksız. Birkaç gün önce okuduğum Baskın Oran’ın Radikal Pazar ekindeki (20.11.2011) yazısını anımsıyorum:
“1915 Ermeni ve Süryani katliamları, Anadolu burjuvazisini imha etti Koca ülkenin ticaret, ihracat ve sanayi üretimini bu insanlar yapıyordu… Rezalet sadece ekonomiyle de sınırlı almadı. Anadolu’nun tek yüksek kültür dokusunu da yok ettik. Mesela, sadece Harput ovasında 8660 öğrencinin okuduğu 92 Ermeni okulu vardı.”
Yıllar önce Toronto’da tanıştığım Kanadalı bir çocuk geldi hatırama. Türk olduğumu öğrendiğinde bana duraksamaksızın bir ninni söyledi Türkçe. Daha önce duymadığım, eski ve çok güzel bir ninni. Neredeyse kusursuz bir telaffuzla. Büyükbabası Anadolu’dan geçen yüzyılın başlarında terk etmiş anavatanını, Kanada’ya yerleşmiş. Ermeni…
Şahsım adıma bu insanların bugün benim “evim” dediğim “gül bahçesindeki”, Yaşar Kemal’in deyişiyle, bin bir çiçekten bir tanesi olmasını canı gönülden arzu ederdim. Bana göre yaprakları dökülmüş bir çiçek Anadolu. Lakin birçok yaprağı dökülmesine rağmen hala yaprak dolu Ana-dalı…
Panos “Beirut I love you” adından bir Tv dizisinde oyuncu. Senaryoyu yazan ekibin de bir üyesi. Dizi Beyrut’ta yaşayan bir avuç gencin hayatını anlatıyor. Dizinin oyuncularından birkaçı yeni bir bar açmış. Evden bin bir şamatayla çıkıyor Beyrut sokaklarında yürüyoruz. Jack’in kafası güzel, patlatıyor küfürleri birer birer. Türkçe. Ama öyle benim diyenin bilmeyeceği cinsten. Hani Adanalıyız ya biraz aşinayız, sözüm ona. Babasından dedesinden öğrendiği küfürler. Kızdıklarında Türkçe küfrederlermiş. Anadilde değil ya, daha da bir kolay geliyor ağza küfürler.
Bara geliyoruz. Burası henüz kapalı. Açılışı haftaya. Barda sadece biz varız. Birbirinden güzel 8-10 insan. Barın sahibi, o saate kadar kafalar artık olmuş bir milyon, ismini hatırlamak zor, anlatıyor bu post modern barın hikâyesini. Örneğin tuvalette 3 tane birden musluk aynı lavabo teknesine akıyor. Saat 2’yi geçiyor, henüz açılışı yapılmamış bu post modern barda shotlarımızı kendimiz koyup kendimiz içiyoruz. Kafamız güzel.
Güne erkenden başlamış gencinden yaşlısına binlerce Lübnanlı bu sabah Beyrut Maratonu’nu koşmuş. Sokaklara göğüslerinde koşucu numarası ayaklarında koşu ayakkabılarıyla rengarenk bir kalabalık hakim. Downtown yakınlarına kurulmuş dev çadırlarda standlar, ve yarışa katılanlara madalyonları veriliyor. Saat kulesinin eteğinde güneşin ısıttığı bir kafede kahvemi yudumlarken yazıyorum. Meydanda çocuklar top oynuyor, turistler fotoğraf çekiyor.
Hani Türkiye için Doğu ve Batı’nın kesiştiği ülke tanımlaması yapılır ya. Lübnan da Avrupa kültürüyle Arap dünyasının kesiştiği bir nokta. Türk ve Lübnan halkları arasındaki benzerlik de bu noktada çok dikkat çekici. Özellikle Türk toplumunun Batı yaşam tarzını benimsemiş kesimleri ile Lübnan’ın gayrı-Müslim halkları arasındaki benzerlikler, insanlarla kolayca diyalog kurabilmenizi sağlıyor. Zaten Lübnanlılar da genel olarak Türkleri çok seviyor.
Lübnan’a her gelişim ayrı maceraları, yemekleri, kokuları barındırıyor. İstanbul ne kadar yakınsa, Beyrut o kadar yakın bana.
Yazının başına dönmek için tıklayınız
Utku Tansuğ