GÖKÇEADA HİKAYELERİ VE TARİHİ

 

 

Doğayla Buluşma, Öze Dönüş Adası: Gökçeada

Gökçeada’ya doğasıyla, insanlarıyla, hikayeleriyle buluşmak için gidin. Kendi özünüzle ve kendi doğanızla da buluşmanıza vesile olacak ada. Adanın konaklamasından plajlarına kahvelerinden lokantalarına atölyelerinden çiftliklerine naiflik, samimiyet ve doğallık hakim. Tüm işletmeler, sahiplerinin hikayeleri, tutkuları, hayalleri, gönül vermişlikleri, hayatla meseleleri ile şekillenmiş, her biri özgün, her biri buram buram karakter kokuyor. Ve çoğu adanın kendi doğal dokusu, olanakları ve mimarisine saygılı ve uyumlu olarak gelişmiş. Başkasına hoş görünmek için, yapmacık müdahaleler ile standart, steril, şık ve lüks hale getirilmemiş. Çiçeği de böceği de kapısı da penceresi de gerçek.

İnsanları dürüst, dobra, dolambaçsız. Diyeceklerini bir çırpıda sansürsüz söyleyiveriyorlar. Yani adanın da insanlarının da kendini size sevdirmek, beğendirmek gibi bir kaygısı yok. Tepelerine tırmandıkça, patikalarını yürüdükçe, sularında yüzdükçe, otlarını kokladıkça, güneşi batırdıkça, insanları ile tanıştıkça, hikayelerini dinledikçe kendisini size açıyor ada.

 

Sanki ada zamanla içinize işliyor ve siz tüm bu yaşanmışlıkları kavradıkça anlam kazanıyor sizin için.

Adanın size kucak açması için, o zamanı tanımanız, o eforu göstermeniz gerekiyor.

Yani pazarlama tuzaklarına düşmemiş, size yapmacıklıklar dayatan bir ortam yok. Herşey doğal.

 

 

Adayı neden sevdik?

Gökçeada’yı bu kadar çok sevmemizdeki en büyük etken, kendisine gönül vermis ve hatta adaya adanmış insanları oldu.

 

2013 yılında Hepsi Hikaye atölyelerimize katılan Umay Karabay’ın, yolculuk terapisi sitemiz için yazdığı Gökçeada yazısı ile tanıştım ada ile. Öyle içten, öyle doğal ve yürekten bir aşk hikayesi anlatmıştı ki Umay, böyle derin duygular uyandıran adayı çok merak etmiştim. (Umayı’ın Gökçeada yazısı için: https://www.yolculukterapisi.com/gokceada-umay-karabay-gozunden/)

Daha sonra Zeytinliköy’de evleri olan Ayşen ve Yorgo Papalyaris çiftinin anlattığı ada hikayeleri ve paylaşımları aklımızı çeldi. Ve tabii ki eşimin rüzgar sörfü tutkusu sonucu ada bizi çağırdı kendisine.

 

Zeytinliköy’e taşınan Son Vapur otele yerimizi ayırtıp, soluğu adada aldık.

 

Adaya adım atar atmaz, konakladığımız Son Vapur’un bulunduğu Zeytinliköy’de evleri olduğunu bildiğim için Umay ile iletişime geçtim. Hemen bizi evine kahveye davet etti. Eşi Şinasi, kızları Damla ve babaanne Ehsane ile birlikte oturduk ve bize hikayelerini anlattılar: ilk görüşte aşk yaşamışlar resmen ada ile. Ve kısa bir sürede yazları yerleşmeye karar vermişler. 100 yıllık bir Rum evini alıp, özenerek restore edip, dünya tatlısı bir yuvaya dönüştürmüşler. Ev sahibesinin satarken bıraktığı sehpalar, sandıklar, kaseler, elekler, tabaklar, kutular, örtüler hepsini elden geçirip, evin yadigarları olarak bir köşeye yerleştirmişler. Bize adayı karış karış keşfetmemiz için öneriler verdiler. Hatta birçok insan ile bizi tanıştırıp hikayelerini dinlememize vesile oldular. Evlerinde adanın sebzeleri ile hazırlanmış mezeler ve yerel kasaptan alınan etler ile mangala bile ağırladılar. Onların sayesinde kendimizi adada evde gibi hissettik. Onların kucak açtığı gibi ada da bize kucak açtı ve huzurunu, hikayelerini, renklerini, lezzetlerini tadabildiğimiz, derinden nüfuz edebildiğimiz bir ada deneyimi yaşadık.

Bizi Nostos kahvesinin sahibi Atanaş ile tanıştırdılar. Yıllar önce babasının işlettiği kahveyi yeniden hayata geçirmek, ve geri dönüş anlamına gelen Nostos ismini vererek baba yadigarını yaşatma hikayesini dinledik. Ayrıca yakından tanıdıkları Zeytinliköy Papaz’ının annesi biz oradayken vefat edince, bir gün sonraki cenazeye bizi davet ederek, tüm adalılar ve köylüler tarafından ilahiler ile son yolculuğuna uğurlanışına şahit olmamıza vesile oldular. Yine aile yadigarı evlerine sahip çıkmak için adaya geri dönerek babasının eski bakkal dükkanını bir şirin mi şirin rengarenk bir kafeye çeviren Mina’nın hikayeleri ile bizi tanıştırdılar.

Adanın başka güzel hikayesi ise Son Vapur ve sahibi Arek Bogosyan. Otel Zeytinliköy’de yeni açılmış olmasına rağmen aslında uzun yıllardır adalı bir adres. 15 sene evvel tesadüfen adaya gelen Arek, zaten yazları Kınalıada’lı olarak ada kültüründe büyümüş birisi. Ancak adımını atar atmaz Zeytinliköy’e aşık olmuş.  Arkadaşlarını bırakıp bir dolaşmaya çıkmış ve çoğu terk edilmiş eski Rum evlerini hayranlıklar izlerken, o sırada tesadüfen bir taksici durmuş ve ‘abi bakmak istersen evin anahtarı bende var, istersen gidip getirebilirim’ demiş. Arek hiç tereddüt etmeden ve daha evi görmeden ev sahibini aratıp, fiyatta orta yolu bulup, içsesine güvenerek evi alma kararı vermiş. Ve evle tapu eline geçtikten sonra tanışmış neredeyse. İşte aynen böyle bir insan Arek. İç güdüleri ve yüreğinin sesini dinleyen, dolambaçsız, net, atik ve cesur. Sonra bir başka adalı dostunun vesilesi ile Kaleköy limanda bir restoran ve bar açmış.

 

Ve Son Vapur adanın mihenk taşı olmuş zamanla. Kaleköy Limandan, Eski Bademli’ye, Zeytinliköy’den Tepeköy’e uzanan bir yolculuk yaşamış 15 yılda. Her din, dil, milliyet, politik görüş ve kesimden t]m adalıları tanıyor. İnanılmaz keyifli bir hikaye anlatıcısı kendisi.  Dostuluklar kurduğu Rumlar ile yıllara yayılmış bir dolu anısı var. Mesela adada restoranı için şarap üreten birisini ararken Tepeköy’lü Yanni ile tanışmış. Bir süre sonra yakın dost olup, iki kafadar yürüyüşlere, kahveye, tepelere kafa çekmeye gider olmuşlar. Sonra onlara Rum ezgileri ile kemancı Timoleus eklenmiş. Rahmetli Yanni’ye eşi ile birlikte ilk defa beraber köy kahvesinde yan yana rastlayınca hemen kamerası ile fotoğraflamış onları.

 

Ne yazık ki Yanni bir gün sonra vefat etmiş, ve fotoğraf çerçevelenip kahvenin duvarına asılmış hatıra olarak. Biz köy kahvesine fotoğrafa bakmak için gittiğimizde kahvede oturan Rum teyzelere Yanni’yi sorduk. ‘Yanni? Ooo bir sürü Yanni, hangisi?’ diye sordular, şarapçı Yanni deyince acıklı bir surat ifadesi takınıp ‘O öldüüüü diye hüzün vurgulu bir cevap verdiler. Kahve’de Timoleus’un kemanı ile bir fotoğrafını da göreceksiniz. Ve bilinki Tepeköy’ün sokaklarında dolaşırken, bir keman sesi duyarsanız bilin o Timoleus’tur.

Adanın efsaneleşmiş bir başka ismi ise Gülsen Teyze. Merkezden Kuzu Limanına doğru giderken, sağda bir Ecem Mantı tabelası göreceksiniz, hiç tereddüt etmeden sapın o yola, ve tepelere doğru tırmanın. Tepede nefis bir bahçe ve bostana varacaksınız. Keçiler karşılayacak sizi, neredeyse evcil olmuşlar diyebilirim, yanaşıp kendilerini sevdiriyorlar. Merdivenleri çıkıp ağaçlar ve asmalar altındaki ahşap masa ve sandalyelere oturun. Vadi ve deniz manzaralarına nazır püfür püfür esen bu nokta, güneş kıpırdamasa zamanın nasıl aktığını bilemeyeceğiniz bir sonsuzluk noktası.  Çanakkale’li Gülsen Hanım ve eşi 1990’da emekli olunca Gökçeadaya gelmişler ve görür görmez vurulup bir tepedeki bu arsayı almışlar. Bahçesine üzümler, meyve ağaçları dikip, koyun tavuk keçi yetiştirmeye başlamışlar. Gülsen Teyze ‘işte hayat bu kadar dedik’ diye anlatıyor. 1997’de adada lokantalar bir elin parmağını geçmezken Gökçeada merkezde açtığı Çoban Yıldızı isimli aile lokantasında zeytinyağlılar ve ev yemekleri yapmaya başlamış. Arından ismini kızı Ecem’in adı ile değiştirmiş ve nefis börekler, mantılar, fırında oğlak eklenmiş lezzetlere. Gökçeada Merkez’e ilk sakızlı muhallebi Ecem Mantıyla gelmiş. Mahareti ve elinin tadı ile tüm ziyaretçilerin damaklarını ve gönlünü fetheden Gülsen teyze, ayrıca zamanla adanın dert küpü haline gelmiş. Adada yaşayan herkes bir yandan yemeklerini yiyip, bir yandan gelip sırlarını paylaşıp, tavsiyelerini almak için geliyor. 2015 de 1990’dan beri gözleri gibi bakıp büyüttükleri tepedeki bahçelerine taşımışlar Ecem Mantıyı. Mutfakta kendisi, kızı Ecem ve 2 gelini ile birlikte, bahçeden topladıkları maydonoz, roka, biber, domates, salatalıklar ile nefis manzaralara nazır kahvaltılar hazırlıyorlar, su böreği, patlıcan böreği, mantısı, zeytinyağlı sarması, bamyası, etli nohut çorbası, oğlak fırını meşhur. İsterseniz kendi balığınızı getirip pişirmelerini rica edebiliyorsunuz, ya da önceden sipariş ile balık pişiriyorlar.  Yaz kış açık olan Ecem, artık adalıların evi gibi gördüğü bir yer haline gelmiş. Gülsen Hanım tam bir ada gönüllüsü: ‘ada büyük bir aile, her memleketten insan var, herkes yüzyüze bakıyor, adada kötü insan yok’ diye anlatıyor.

 

Uğurlu plajında Yelken Kafe’de tanıştığımız Ramazan ise aslen Burdur’lu ancak 35 yıldır adada yaşıyor. Elinden nefis gözlemeler, çoban salataları yiyebileceğiniz Ramazan da adasına gönül verenlerden. Bizimle öyle güzel sohbet etti, adanın gelişimini, eksiklerini, nasıl gelişmesini istediğini, hayallerini öyle güzel anlattı ki, kendisini takdir ettik.

 

Kaleköy limanda adayı denizden keşfetmek için kendimize bir balıkçı teknesi ararken tanıştığımız Nihat ise farklı bakış açıları sundu bize. Tekirdağlı karı koca, 2 sene önce emekli olup, kızları Gökçeada gastronomi üniversitesini kazanınca, adaya yerleşmişler. Emekliliklerini kitap okuyarak, adayı karış karış gezerek, keyif için balık tutarak geçiren Nihat, adanın daha çok gelişim yolu olduğuna inanıyor. Kaleköy limandan başlayıp önce Peynir Kayalıkları ardından Tepeköy altı plajına uzanan 1.5 saatlik tekne gezimizde bize gözlemlerini, izlenimlerini ve dileklerini çok güzel anlattı. Huzur isimli teknesinin yanında Balık figürleri ile Hayat Kısa yazan Nihat, gerçekten huzurlu bir hayatın sırrını çözmüş. Eğer denizden Yıldız Koy, Mavi Koy, Aşıklar Koyu, Mağaralar, Yelken Kaya, Kaşkaval (peynir kayalıkları) ve Tepeköyaltı Koyu keşifleri yapmak ve denizin keyfini çıkarmak isterseniz, Nihat sizi ise teknesi ile birkaç saatlik tekne gezisine çıkartabilir.

Zeytinliköy’den Kapıkaya Plajına giden yolda yer alan Cugura Organik Çiftliği ise başka bir ada hayali hikayesi. Gülsüm ve Tayfun Ciğerim çiftinin adaya gönül verip burada yaşamak için, 2011 yılında aldığı 14 dönümlük verimli arazide, 7 senedir ilaçsız organik tarım yapmaya başlaması sonucu nefis bir doğa cennetine dönüşmüş. ‘Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar, fakat herkesin hırsını karşılamaya yetecek olanı değil’ diyen Gandhi’nin sözünü ilke olarak benimseyen toprağa gönül vermiş çift, 43 çeşit yerli tohumu ve yöresel ağaç, sebze ve üzüm fidelerini ekerek sebze ve meyve bahçeleri ve bağlarını yaratmışlar. Yöreye ait arı ırkından oluşan arı kovanlarını yerleştirmişler. Tamamen doğal yöntemler ile yetiştirilen bademler, ballar, pekmezler, reçeller, salça ve soslar, fasülye, biber, domates, çilek, üzüm, elma gibi meyve ve sebzeler, zeytinyağları, şifalı bitkileri veya Hayal Evi dükkanından ailenin kurucusu ve destekçisi olduğu ‘Kadın Emeği Kooperatif’ine dahil yerel hanımların el işi göz nuru ürünlerini satın alabiliyorsunuz. Ayrıca Önceden rezervasyon yaparak organik köy kahvaltısının keyfine varabiliyorsunuz (http://www.cuguraorganik.com 05331234446)

Gökçeada’nın güzelliğine hayran olan ve ona lavantalardan bir taç yapmak isteyen Hakan Eyi, Lavanta Adası isimli çiftliğinde yetiştirdiği lavantaları adanın birçok farklı dükkan ve kafesinde satışa sunuyor. Yakında lavanta turları düzenlemeye başlayacak Hakan Bey misafirlerinin  ‘Gökçeda ziyaretinizden dönerken, “Gökçeada’da huzuru yaşadık, mutluluğu kokladık!’ demesini diliyor.

 

 

Adanın hikayeleri ve ruhu tepe köylerinde saklı

Türkiye’nin en büyük adası olan Gökçeada çok merkezli, çok kültürlü, çok katmanlı bir ada.

Tepelerinde yer alan Rum köylerinde aslında kendinizi Türkiye’de değil de, sanki bir Yunan adasında hissediyorsunuz.

 

Kahvelerinde birbirine belki de aynı hikayeleri kim bilir kaçıncı kez anlatan amcaları, yol kenarında günlük dedikodularını yapan teyzeleri, sokaklarında oynayan çocukları ile kulağınızda hep melodik Rumca çınlıyor.

 

Malum Rumlar hem çok konuşur, hep birbirine laf atar, şakalaşır, ve uzun uzun vurgulu konuşmaları sayesinde ritmik sesler duyarsınız.

Yunan adalarından ve Yunanlı arkadaşlarımızdan bildiğimiz birkaç Yunanca kelimeyi duyar duymaz yüzlerine gülümseme yayılır Rumların. Sizinle Türkçe sohbet ederken de gayet dolambaçsız, dürüst ve net anlatırlar dertlerini. Hikayeleri de hiç bitmez.

Gökçeada tepe köylerini dolaştıkça, daracık sokaklarındaki kafeleri, restoranları, dükkanları, kiliseleri, okulları, taş evleri gördükçe anlıyorsunuz ki adanın asıl sahipleri Rumlar.

 

Aslında herkese bereketi ile kucak açmış İmroz adası ismini “Çorak Topraklarda bereket Tanrısı” ‘İmbrassos’tan almış. Binlerce yıl burada farklı kavimler ardından da Helenler huzur içinde ‘Adalı Ruhunu’ yaşamış ve yaşatmış. Rumlar adalarını öyle çok severlermiş ki, gençler Atina’da üniversite okumaya gittikten sonra adalarına geri dönüp, yüksek tahsilli olmalarına rağmen aile işi olan geleneksel çiftçilik, çobanlık, zeytincilik, bağcılık yaparmış. O zamanlar adanın dört bir tarafı bademler, zeytinler, bağlar bahçeler ile çevriliymiş.

 

Adayı zamanında ilmek ilmek işleyen, güzelleştiren, şenlendirenler onlar. Adanın sizi sarmalayan doğal ruhunu ve huzurunu yaratan ve yaşatan Rum eli ve kültürü. Ve ne yazık ki bu nesli tükenmek üzere olan bir hazine, çünkü tarih onlara hiç iyi davranmamış. Hikayelerini özgürce yaşamalarına ve çoğaltmalarına izin vermemiş.

Hüzünlü Gökçeada Tarihi

İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumları, Lozan anlaşması sonucu 1923 -1930 yılları arasında Türkiye -Yunanistan arasında yaşanılan nüfus mübadelesinden (kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutan değişim) muaf tutulduğu için, İmroz’da mübadele yaşanmamış.

 

Böylece Rumlar huzur içinde adalarında yaşamaya, hatta muhtarlık ve belediye başkanlığı yaparak kendi kendilerini yönetmeye devam etmiş. 1960 nüfus sayımında 5500’e yakın Rum, 300’e yakın Türk yaşıyormuş adada.

 

Ancak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti 1960’larda yaşadığı Kıbrıs sorunları sırasında Gökçeada’nın stratejik konumu sebebi ile adaya gözlerini çevirmiş. Adadaki Rum vatandaşlar, ileride gerçekleşebilecek Türk – Yunan savaşı tehdidi ile denizden gelebilecek Yunanlı donanmalarına yardımcı olur kaygısı ile Rumlara göz dağı vermek ve onları göçe zorlamak için arka arkaya uygulamalar gerçekleştirmiş.

 

Huzur içinde yaşan Rumları önce 1964’de aldığı Rum okullarını kapatma kararı ile çaresiz bırakmış. Ardından 1965’te adaya cinayet gibi en ağır suçları işlemiş mahkumları yerleştirdiği ‘Açık Cezaevi’ni kondurmuş. Gündüz bahçelerde, tarlalarda çalışıp gece koğuşlarına dönen 1000’i aşkın mahkûm, hırsızlık, tecavüz gibi suçlar işleyerek adadaki asayişi ve huzuru bozmuş.

İmrozlu Rumlar’ın çoğu yavaş yavaş adalarını terk edip, Yunanistan ve farklı ülkelere göç etmek zorunda kalmış. Hükümet 1970’de adanın ismini İmroz’dan Gökçeada’ya çevirerek tüm tarihi silmek için elinden geleni yapmış. Adada kalan son Rumlar ise 1974 Kıbrıs harekatı sonucu adadan göçmüş.

 

Ardından Gökçeada bir göçmenler adasına dönüşmüş. Türk hükümetleri baraj ve termik santral yapımı için arazisi istimlak edilen Anadolu köylerinin halklarını adaya yerleştirmek için adada iskan köyleri kurmuş. 1974’de Trabzon’dan, 1984’de Isparta, Burdur ve Muğla’dan ve 2000’de Biga’dan gelenler Gökçeada’ya yerleştirilmiş ve ada farklı gelenek ve göreneklerin bir karmasına dönüşmüş. Farklı sosyal yaşantılara sahip bu grupların zor olan adalı yaşantısına uyumu çok zor olmuş.

 

Hazin hikayelere, trajedilere, sessizce yaşanmış büyük acılara, çekilmiş kahırlara sahne olmuş bu ada, uzun yıllar terk edilmiş Rum köylerinde hüzünlü bir atmosfer, yeni kurulan yerleşimlerde ise eksik aidiyet duyguları hüküm sürmüş.

 

  

Küllerinden yeniden doğan Gökçeada

Ancak adalarından kopamayan İmrozlu Rumlar, 2000’li yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakereleri koşulları, Rumların hakları ve mülkiyetleri garanti altına alınınca, son yıllarda ana topraklarına dönüş yapmaya başlamış. Eski evlerinin paslı kilitlerini çevirip açmış, ana baba köylerinde kahveler, tavernalar açmaya, sokaklarında dolaşmaya tekrar başlamış. Adadaki Anadolular da Rumlar’dan adalılığı öğrenmeye ve uyum sağlamaya başlamış.

 

Yani tüm maruz kaldığı hoyratlığa rağmen, Gökçeada şefkatli bir anne gibi yaşayanlarına kucak açıp, onların yaralarını sarmaya başlamış.

 

El değmemiş bakirliği, muhteşem doğası, bozulmamış tepe köyleri, huzurlu sahilleri ve naif ruhu ile ziyaretçilerine kucak açan ve onları derinden etkileyen bir doğa harikası adeta Gökçeada.

 

 

Aslında Gökçeada’ya her gittiğinizde yepyeni keşifler yapabilirsiniz. Hiç Üşenmeyin, arabanıza atlayıp 4-5 gününüzü adaya ayırın. Köyler arasında dolaşırken el değmemiş, dalları neredeyse yerleri süpüren karadut ağaçlarından karadutları toplayın, üstünüzün lekelendiğini umursamadan bolca karadut yiyin, çocukluğunuza dönün…

 

 

GÖKÇEADA KEŞİFLERİ VE ÖNERİLERİ YAZILARIMIZ

 

Zeynep Atılgan Boneval