NEW YORK’DA SANAT – SERAP BAŞOL’UN GÖZÜNDEN

 

New York’un Yeni Müzesi: “New Museum”

New York’un Yeni Müzesi aslında o kadar da yeni değil. 1977’de yeni sanatı, yeni düşünceleri ve akımları tüm güncelliğiyle gündeme taşıyan bir müze olma hayaliyle kapılarını açıyor. Günümüzde yaşayan sanatçıların işlerini biraraya getirmeyi amaçlayan sanat tutkunu bir küratör olan Marcia Tucker tarafından Hudson St.te açılan bir ofis ve bir galeri halindeyken, 1983’te SoHo’daki yerine geçiyor. Deneysel çalışmaların ve sanattaki sorgulamanın sürdürüldüğü bir ortam sunarak, emin adımlarla ilerliyor. Güçlenmiş kimliğini vurguladığı Bowery St.teki bugünkü yerine ise 2007’de taşınıyor. Japon mimarlar Sejima + Nishizawa/ SANAA tarafından tasarlanan binası çok ses getiriyor. Karşıdan bakıldığında üst üste konmuş altı adet dikdörtgenler prizmasından oluşan bina çok ilginç görünüyor. Tahta kutucuklardan çocukken yaptığımız hayali binalarımızı andırıyor. İçinde kocaman galeriler, ışık dolu mekânlar, farklı tavan yükseklikleri yaratılmış. Şeffaf cam duvarlı girişinde bir galeri, kafe ve müze dükkânı var. Binadaki tiyatro salonu, eğitim merkezi ve etkinlikler için ayrılmış en üst kat haricindeki tüm mekânlar sergiler için kullanılıyor.

Müze, SoHo’nun güneyine, pek yenilenmemiş sokaklarına doğru yürürken, bir ara sokaktan kıvrılınca karşınıza çıkıyor. Caddenin sonunda geniş, tek bir dikilitaş gibi yükseliyor. İnce uzun çizgiler halinde parıldayan yüzeyi dövülmüş aliminyum ile kaplanmış. Gün ışığına bağlı olarak yansımaları ve etkisi değişiyor. Giriş salonunda oldukça yüksek fiatlı biletimizi alıp asansöre yöneliyoruz. En yukarıdaki galeriden başlayıp aşağıya ineceğiz. Asansörün içindeki yemyeşil rengi görüp aynadan kendi fotoğrafımı çekiyorum. Her katta ayrı bir sergi var, biz gezerken gördüklerimizden bazılarını paylaşayım:

İlk ilginç çalışma Chu Yun’a ait. Sergiyi gezenlerin bazen hiç algılamadan yanından geçip gittiği, bazılarının bir anda farkedip incelemeye aldıkları bir yerleştirme. Bembeyaz yorgan ve çarşaflar içinde mışıl mışıl uyuyan bir kadın, odanın ortasındaki bir yatakta yatıyor, hiç kımıldamıyor, sanki nefes bile almıyor. Acaba insana çok benzeyen bir heykel mi diye düşünüyoruz, ama çok canlı duruyor. Elle yoklama isteğine karşı koymak zor; yine de dokunmuyoruz. Etrafından dolaşıp kat görevlisine soruyoruz. Canlıymış, gerçekten uyuyormuş, altı saatte bir konu mankeni yenileniyormuş. Hepsine uyku hapı veriliyormuş. Bu bilgi canımı sıkıyor, izleyicileri şaşırtmak, uyarmak, düşündürmek için bir iş yaparken başka bir canlının kullanılmasından rahatsızlık duyuyorum.
Duvarlarda canlı, fosfor renkli tablolar dikkati başka yöne çekiyor. Tuvalin bir köşesinde minicik renk kuşağından yayılan yumuşak renkler çok güzel görünüyor.

Başka bir bölümde Stephen Rhodes’in işleriyle düzenlenmiş bir alana geliyoruz. Beyaz Saray Başkanlık koltuğunu çağrıştıran bu ironik düzenlemede koltuk radyo alıcı-vericileriyle, kablolarla, bobinlerle, mikrofon ve dinleme aletleriyle kaplı. Arka duvardaki silik, dumansı başkanlık portreleri, o kadar önemsenen insanların bir yanılsamadan ibaret olduğunu mu gösteriyor? Kulakları tırmalayan cızırtılı radyo sinyalleri ise kıyamet habercisi gibi. Yanındaki bayrak ve başkanlık sancaklarının,   altındaki halının tüm ağırlığına ve imgelerimizdeki tüm beklentilere karşın koltuğun oturma yerine bulaşmış dışkılar, Başkanın …mış olduğunu gösteriyor. Karşısındaki büyük duvarda ise, bir grup sanatçının yaptığı protest köşesinde “bırakın halk yönetsin” pankartları boy boy diziliyor.

 

New York’ta Çılgın Bir Müze: MAD

Central Park’ın güneybatı köşesindeki Columbus Meydanı’nda, cam-çelik-seramik yüzeyleriyle pırıl pırıl parlayan bir müze var: Modern Sanat ve Tasarım Müzesi.(Resim 1) Yan yana dizili kelimelerin baş harflerini birleştirerek yeni yaratıcı kelimeler oluşturmaya meraklı Amerikalılar, bu müzelerine biraz da içindeki ilginç eserleri yansıtan “çılgın” lakabını yakıştırmayı uygun bulmuşlar. Burası New York’a gidenlerin çoğunun bildiği ve ziyaret ettiği MOMA’dan (Modern Museum of Arts-Modern Sanatlar Müzesi) ayrı bir müze. Genelde, sanatçılarla meraklısı dışında pek bilinmiyor. Aslında, ellinci yıl kutlamalarına yetişmek üzere tümüyle elden geçtiği ve yeni bir bina görünümüne kavuştuğu için, civardan geçenlerin dikkatini çekmeyecek gibi değil. Zaman ayırıp ziyaret etmek gerek. Hemen her katındaki farklı sergiler ve özel koleksiyonlarının sunumu ile sürekli bir devinim halinde. Giriş ücreti yüksek, ancak perşembe günlerine özgü “ne istersen öde” kampanyası sayesinde öğrencilerin ve düşük gelirlilerin ziyareti olanaklı kılınmış.

MAD Müzesi koleksiyonları içinde, dünyanın bir çok ülkesinden çağdaş sanatçı ve tasarımcının ürettiği işler yer alıyor. Elli iki yıldır toplanan eserler “Sürekli Çılgın” (Permanently Mad) başlığı altında, yılda dört beş farklı sunumla sergileniyor. Seramik, cam, ahşap, metal, fiber ve atık malzemelerden tasarlanmış yüzlerce ürün, müzenin çeşitli katlarındaki galerilerde izlenmeye açık.(Resim 3) Sergilenen ürünlerin hemen tümünde, seçilen malzeme ile işlevselliğin alışılmışın dışında kullanılmış olduğu gözleniyor. Seramik bir koltuk, tuval üstü yağlıboya görüntüsünde cam “resim”ler, heykelimsi ahşap bir masa ve iskemleler, dantel gibi işlenmiş metal bir radyatör, büyük boy cam heykeller, seramik deniz canlıları, çiçekler, cam bardak tasarımları, insanı hem şaşırtıyor hem eğlendiriyor. Seramik ve cam, bu müzenin simgesi iki temel malzeme. Binanın hemen hemen tüm cephesi, açık renkli, parlak sırlı terracotta çinilerle kaplanmış. Yansıttığı ışık günün saatine ve baktığınız yöne göre sürekli değişiyor. Çini kaplamalar arasında, cepheler boyunca yatay ve dikey hatlar halinde bırakılmış boşluklar göze çarpıyor. Bu boşluklara yerleştirilen camlar bina içine, katlar arasına, merdivenlere gün ışığının girmesini sağlıyor. Böylece, içeride dolaşırken mekân bir bütün olarak algılanabiliyor. Müze, odaklandığı malzemeler ve yaratıcı sürece dair mesajını, yeni binasının tasarımıyla bir kez daha vurgulamış oluyor.

Ünlü mücevher mağazası Tiffany’s’in desteklediği mücevher galerisinde sergilenen takılar görülmeye değer. Müze koleksiyonundaki, tümüyle çağdaş ve güncel beş yüz ayrı tasarım takı, birbirinden değişik vitrinler içine yerleştirilmiş. Kimi sade kimi abartılı, kimi keskin geometrik hatlara sahip kimi bütünüyle organik, kimi minimal kimi heykelsi ve o denli büyük ki insan bedeni ölçülerini kat kat aşıyor. Bu koleksiyonda alışılmış tek bir takı görmek olanaksız, tümü gerçekten “çılgın”!

MAD Museum’un beni ilgilendiren çok önemli bir koleksiyonu daha var: Günümüz sanatçılarının atık malzemelerden yarattıkları yepyeni işler. Kimi zaman düzenlenen geçici sergilere koleksiyon dışından sanatçılar da davet ediliyor. Sanatçıların ekolojik-çevresel duyarlılığını yansıtan işler kendi içlerinde güçlü mesajlar taşıyor.

 

Brooklyn

New York elbette yalnızca Manhattan’dan ibaret değildir. Baş döndüren gökdelenler, gözünüze tekrar tekrar sokulan kocaman kocaman marka panoları, alışveriş çılgınlığı, koşuşturmaca ve trafik kalabalığından kaçıp kurtulmak isteyenler için başka seçenekleri de vardır.

Önce Brooklyn Köprüsü’nün karşı tarafındaki Brooklyn bölgesini gezelim:

Tarihe ilk asma köprü olarak geçen Brooklyn Köprüsü 1893’te açılmış. Yapımı on üç yıl sürmüş, mühendis bir aileden gelen Roebling’ler karı-koca birlikte çalışarak o güne dek bir örneği inşa edilmemiş bu projenin yapısal problemlerini çözmüşler. Dayanıklılık hesaplarında normalden altı katı fazla oranda kablo kullandıkları için köprü günümüze kadar gelebilmiş. Film sahnelerinde göre göre ezbere bildiğiniz bu tarihi köprüyü algılayabilmek için yürüyerek geçmek ilk koşul. Granit ve koyu renk taş kaplı ayakları, her yerinden yatay-dikey çizgilerle uzanan çelik kabloları, gidiş-geliş yürüyüş yolundaki insan kalabalığı, alt kottan hızla akan araba trafiği, iyice aşağıda kalan “Doğu Nehri” ve üzerindeki diğer köprüler, son olarak ta yürüdükçe arkanızda kalan Manhattan adası insanın başını döndürüyor. Yüksekliği sayesinde kenti iyice yukarıdan inceleme olanağı sağlıyor. Bu seviyede olunca New York gökdelenleriyle göz göze gelmek gibi bir etkisi var. Bu bakışla neler düşüneceğiniz size kalmış. “Benim gökdelenim daha büyük işte” diye şişinen şirket egoları duydum ben ama fazla ciddiye almadan yürüyüp gittim!

Köprüyü geçince karşı kıyıda “Brooklyn Heights” semtine doğru kocaman ağaçlı, daffodil çiçekleriyle bezeli bir parkın içinden ilerlemek çok zevkli. Doğu Nehri’nin bu yakasında hayat daha sakin, düzenli ve rahat akıyor gibi. Çocuk arabalarıyla yürüyüşe çıkmış kadınlar, sokak kafelerinde yiyip içenler, Manhattan’a dönük banklarda güneşlenenlerin hareketleri sanki daha yavaş ve dingin. Belki de herkesin üstüne çöken pazar günü rahatlığından öyle hissediliyor ama buradaki binalar, caddeler ve yaşam biçimi de daha makul, insani ölçütler içinde olduğunuzu gösteriyor…

Semtin birbirine yapışık sıra evleri ve değişik mimari özellikler taşıyan binaları göz alıcı. On dokuzuncu yüzyıl başından kalma tuğla ve taş evler dikkat çekiyor. Brooklyn’in hem semti, hem köprüsü 1965’te koruma altına alınmış. Korunup kollandığı belli; sokaklarda asırlık ağaçlar rahatça boy atmış, evler-binalar, caddeler temiz, bakımlı, özenli duruyor. Walt Whitman, Truman Capote, Norman Mailer, Arthur Miller gibi yazarların yaşadığı semtin tarih sayfalarından çıkıp gelen bir cazibesi var.

 

Serap Başol

 

YOLCULUK TERAPİSİ NEW YORK YAZILARI